Müslümanlık Korkunç Bir İntikamın Adı mı Acaba?

İslam’ın, Müslümanlığa dönüştürülmesinde intikamın önemli bir faktör olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Çünkü son 1500 yıllık Ortadoğu Tarihi, -ehil bir sosyolog-tarihçi gözüyle- irdelendiğinde İslam’ın, -ta baştan günümüze kadar sürekli olarak- bazı kişi ve toplulukların -ciddi şekilde- intikam duygularına hedef olduğu görülür.

Bu ilgiyle önce intikamın (yani öç almanın) ne olduğunu araştırdığımızda “hedefe karşı doğan öfkenin, yıkıcı tepkiye dönüşmesi” diye onu kısaca tanımlayabiliriz. Peki, İslam niçin ve kimin ya da kimlerin öfkesine hedef olmuştur? İşte bu soru, dikkatimizi ilk önce iki önemli olay üzerinde yoğunlaştırmaktadır. Bu iki hadise de İslam’ın, tarih sahnesine henüz yeni çıktığı günlerde cereyan etmiştir. Bunlardan birincisi, Muaviye-Ali kavgasıdır; ikincisi ise İran’ın İslam orduları tarafından fethedilmesi olayıdır.

Muaviye (602-680) ile Ali radıyallahu anh (599-661) arasında beş yıl (656-661) süren siyasi çekişmeler ve savaşlar, tarihçiler tarafından bütün ayrıntılarıyla kaydedilmiştir. Dolayısıyla bu hadiseleri, burada yeniden anlatmaya gerek yoktur. Fakat bunların arka planında yatan ve -İslam’ın Müslümanlığa dönüştürülmesini hazırlayan- ilk temel nedenlere dokunulmadan bu sorun hakkında ikna edici bir sonuca varmak zordur. Onun için her şeyden önce; gerek Sünnilerin asırlardır çelişki aklama edebiyatıyla gerçek yüzünü gizlemeye çalıştıkları Muaviye’yi, gerekse Şiilerin -spekülatif amaçlarla- amansız bir hedef hâline getirdikleri aynı Muaviye’yi bir kenara koyarak, onu belgeler ışığında ve özgün kimliği içinde tanımak ve ona doğru bir tanı koymak lazımdır. İslam’ın Müslümanlığa nasıl dönüştürüldüğü muammasını çözebilmek için bu tanı şarttır.[1]

Bilindiği üzere, -İslam’ın ortaya çıkışından kısa bir süre önce- Kureyş Arap toplumunun iki oymağı, küçük bir şehir devleti olan “Mekke Tüccarlar Cumhuriyeti”nin yönetimi üzerinde çekişiyorlardı. Bu iki oymaktan biri Ümeyyeoğulları, öbürü ise Haşimoğulları’dır. Bu ikinci oymağın bireylerinden olan Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’ın elçisi olduğunu açıklamaya başladığı 610 yılı ve sonrasında devleti, Muaviye’nin babası, Ebu Süfyan Sakhr bin Harb (565-652) yönetiyordu. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem ve ona inananların (Ebu Süfyan döneminde) on üç yıl boyunca Mekke’de yaşadıkları dram, bugün -tarihî gerçeklerden habersiz- kalabalıklar tarafından bile bilinmektedir. Onlara yıllarca acı yaşatanların başında -kuşkusuz- Ümeyyeoğulları gelmektedir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, 622’de Medine’ye -zorunlu olarak- göç ettikten ve burada İslâm Devleti’ni kurduktan sonra da bu düşmanlık devam etti. Nitekim Ebu Süfyan, ilk İslam Devleti’ni beşiğinde boğmak niyetiyle, hicretin üçüncü yılında (625’te) 3000 kişilik bir ordunun başında Uhud mevkiine gelerek İslam ordusuna büyük bir darbe indirdi. Hicretin beşinci yılında da on bin kişilik bir ordunun başında Medine’ye saldırarak kenti kuşattı.[2] Ancak bir sonuç alamadı. Yıllar boyu, Mekkeli birçok kimse İslam’ı kabul etti, buna rağmen Ebu Süfyan ve ailesi yeni dine karşı direnişlerini sürdürdüler. Onların İslam’a karşı direnişi, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi on iki bin kişilik bir ordu ile kuşattığı 11 Ocak 630 sabahına kadar devam etti. Mekke’nin fethinden sonra da Ebu Süfyan’ın, eski dininden tamamen sıyrılmadığı, güvenilir tarihî kaynaklardan çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Ancak vaziyeti idare etmeye çalıştı. Muhammed de sallallahu aleyhi ve sellem onu görmezden geldi, fakat kendisine hiçbir görev vermedi. Takdir edilmelidir ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, aynı zamanda bir peygamber olarak -metafizik yeteneklerle donatılmış- güçlü ve eşsiz bir devlet başkanı idi. Muhtemelen yeni rejimin istikrarı ve toplumunun selameti için -öngördüğü siyasi gerekçelerle olacak-, Ümeyyeoğluları’na karşı müsamahalı davrandı. Onları dışlamadı, bilakis İslam’a ısınmaları için onlara yakınlık gösterdi. Genç Muaviye’yi de onurlandırmak için ona bazı sınırlı görevler verdi. Ancak 640 yılında Ömer radıyallahu anh tarafından Suriye eyalet valiliğine atandıktan sonra Muaviye, -öyle görünüyor ki- eski Mekke günlerini yeniden hatırladı. Her an kolladığı fırsatı bu sayede yakalamışken yıllar boyu, kuracağı devletin temellerini atmaya koyuldu. Nihayet 656 yılında Ali radıyallahu anh halife seçilince ona karşı (daha doğrusu İslam’a karşı) derin bir intikam duygusuyla harekete geçti.

Şiilerin Muaviye’ye karşı nefret dolu tutumları bilinmektedir. Ancak, -sırları ileride açıklanacak olan- bu spekülatif nefret, onların İslâm’a bağlılığını gösteren herhangi bir anlam ifade etmez. Şu var ki Sünni İslam âlimleri de -meşru devlet başkanına ve müesses nizama karşı başkaldırdığı için Ali’nin radıyallahu anh devlet başkanı olarak seçildiği 23 Haziran 656 tarihinden, Hasan’ın radıyallahu anh (625-670) devlet başkanlığından istifa ettiği 29 Temmuz 661 tarihine kadar geçen süre içinde- Muaviye’nin asi ve “bâğî” olduğuna hükmetmişlerdir. Ne hikmetse bizzat bu Sünni cephenin uleması, Hasan’ın radıyallahu anh istifasından sonra Muaviye’nin meşru halife sayıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu kanaat Sünniler arasında hâlâ yaygındır. Oysa bu görüş oldukça tutarsızdır. Nitekim yine bu Sünni ulema, “Raşid hilafet” süresinin kırk yıl ile sınırlı olduğunu kabul etmişlerdir ki bu, açık bir çelişkidir. Çünkü bu kabul, Muaviye ile başlayan sistemin artık İslami sayılamayacağı anlamına gelmektedir. İslami sayılamayan bir yönetim sisteminin egemen olduğu bir toplum ve ülkenin de elbette İslam’la organik bir bağı olamaz. İşte İslam’ın Müslümanlığa dönüştürülmesinin öyküsü temelde böyle bir karmaşa ile başlamıştır. Onun için kesinlikle söyleyebiliriz ki bu olaylar, İslam’ın erken dönemde aşınmasını ve -bir sonraki yüzyılda- İranlılar tarafından tamamen alt üst edilmesini hazırlamıştır.

Mekke döneminin başından beri Ümeyyeoğulları ile Haşimoğulları arasında tam 140 yıl boyunca -en şiddetli biçimiyle- süren kan davasında İslam büyük yara almış, -661-750 yılları arasında seksen dokuz yıl tarih sahnesinde kalan- Emevî sülâlesi tarafından, bu evrensel hayat nizamı hırpalanmıştır; daha sonra (Abbasiler döneminde), İranlılar tarafından girişilen fahiş bir tahribat sonucu kesin şekilde Müslümanlığa dönüştürülmüştür.

İslam’ın Emevi döneminde aldığı yara oldukça büyüktür. Çünkü -Muaviye’nin zorla yönetimin başına geçmesiyle- rejimin bütünlüğü ortadan kaldırılmıştır; İslam Devleti’nin siyasal düzeni -geri dönüşsüz- olarak lağvedilmiş, yönetim -kan bağıyla sürdürülen- hanedanlığa dönüştürülmüştür. Bu yüzden, Raşid Hilafetin dayanağı olan şûra sistemi günümüze kadar bir daha ihya edilememiştir. Bu olay, -İslam’dan alınmış ilk intikam olarak- ümmeti günümüze kadar tehdit etmiş ve edecek olan hemen bütün fitnelerin kaynağı ve başlangıcı olması hasebiyle, son derece önemli bir tarih gerçeğidir.

 

[1]       .   Muaviye hakkında, Sünnilerle Şiiler arasında büyük görüş farkları vardır. Sünniler onu ashaptan (yani Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem dava arkadaşlarından) biri olduğunu ileri sürmektedirler. Aynı zamanda onu vahiy kâtipleri arasında gösterirler.

• Muaviye’nin, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem dava arkadaşları arasında gösterilmesi hiçbir inandırıcı delile dayanmaz. Onun babasıyla birlikte Mekke’nin fethedildiği güne kadar iman etmemiş olması bile bu gerçeği kanıtlamaktadır. Muaviye’nin vahiy katipliği yapmış olması ve hadis rivayet etmiş olması, onun İslam’a karşı önyargısız olduğunu kanıtlamaya yetmemektedir. Muaviye’nin İslam’a karşı tutumunu açıklıkla ortaya koyan en güçlü kanıtlar aslında şunlardır:

• Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem yakınlarına karşı sürekli olarak düşmanlık beslemiş, onları ortadan kaldırmak istemiştir. Bu nedenle, meşru devlet başkanı olan Ali’ye radıyallahu anh karşı baş kaldırmış, onunla savaşmış, binlerce insanın ve birçok sahabinin katledilmesine öncülük etmiştir. Hatta bu fitnenin alevlenmesi için zamanın devlet başkanı ve onun da yakını olan Osman’ın -anarşistlere karşı- kendisinden yardım istemesine bile kayıtsız kalmıştır!

• Raşid hilafet sistemini ve onun en güçlü temeli olan şûrayı lağvetmiştir; yönetimi krallığa ve hanedanlığa dönüştürmüştür. Bu suretle İslam nizamının bütünlüğünü bozmuş, daha sonraki dönemlerde İslam’ın ruhanileştirilmesine, ona tasavvufun bulaştırılmasına, onun bir mezarlık ve mabet dinine dönüştürülmesine zemin hazırlamıştır.

• Muaviye’nin emriyle Cuma günleri minberlerden Ali’ye lanet okunmuştur. Bu âdet yıllarca sürmüş, ancak Ömer b. Abdülaziz bu âdeti kaldırmıştır. Bunlar, deryadan katre çok kısa bir özettir.

            Şiilerin Muaviye hakkındaki kanaatlerine gelince; öncelikle şunu unutmamak gerekir ki Şiilik İranlılar tarafından -Zerdüşizm temeli üzerinde-, İslam’a karşı kurulmuş -büyük ölçüde örtülü- bir dinsel savaş sistemidir. Görünürde Ali yandaşlığına dayanır. Oysa Şiilik, Perslerin İslam’dan aldıkları korkunç intikamın ilk adıdır. Müslümanlık ise bu intikamın ikinci adıdır. (İranlılar tarafından Persleştirilmiş, Türkler tarafından ise Türkleştirilmiştir!) Muaviye ise bu intikamın felsefesinde hedef gösterilmiş bir semboldür.

            Muaviye, Sünni Türkler tarafından Muaviye olarak anılır, eşsiz bir devlet adamı olarak övülür, ancak hiçbir Sünni Türk erkek çocuğuna Muaviye adını vermez! Türkler Ali’yi her ne kadar “Allah’ın aslanı”diye övüyor iseler de onu siyasette beceriksiz görürler.

[2]       .   İslam tarihinde bu savaş, “el-Ahzâb Savaşı غزوة الأحزاب” ve “Hendek Savaşı غزوة الخندق” olarak geçer.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver