Tevhid Gülistanında 100. Tomurcuk

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Yüce Allah’ın yardımı ve rahmetiyle Tevhid Dergisinin 100. sayısını çıkarmaya muvaffak olduk. Yerde ve gökte, başta ve sonda hamd O’nadır (cc). Bu vesileyle kardeşlerim, Derginin ilk çıktığı zamandan bugüne kadar yaşanan süreci yazmamı istediler. Hem onların isteğine icabet etmek hem tarihe not düşmek hem de muhasebeye vesile olsun ümidiyle; birkaç yıl geriden alarak yazmamın daha verimli olacağını düşündüm. Tevhid ve Sünnet davetini dönemlere ayırarak, ders alınacak ve şükre vesile olacak yönlerini anlatmaya çalıştım. Rabbimden başarılı kılmasını diliyorum.

1. Dönem: Cemaatsiz Davet Dönemi

Bu dönem 2007-2009 yılları arasını kapsamaktadır. Bir yılı dışarıda (2007-2008), bir yılı cezaevinde (2008-2009) geçen bu süreç, davetin olduğu, ama cemaatleşmenin olmadığı -daha doğrusu olamadığı- birinci dönemdir. Bu dönemin detaylarına dair şunları söyleyebilirim:

Bilindiği gibi; 2003-2007 yılları arasında Mısır’da yaşadım. Bu süre zarfında tüm düşüncem ilmî çalışmalar yapmak ve 2009 sonrasında farklı ülkelerdeki ilim merkezlerini gezerek, duruma göre, her birinde bir veya iki yıl kalmaktı. Âdetim olduğu üzere süreci tüm detaylarına kadar planlamıştım. Kalınacak yerler, okunacak dersler, her bölgenin iyi âlimleri, maddi kaynak… Tek bir hakikati hesaba katmamışım: Kader! Şöyle ki; 2006 yılında yaşadığımız bölgeye bir grup yabancı öğrenci taşındı. Azeri, Kafkas, Tacik vb. farklı uyruklardan olan öğrencilerle tanıştık; yaptığımız derslere onlar da katılmaya başladı. Her gün nahiv, akide, hadis dersleri; haftada bir gün de mevize/tezkiye sohbetleri yapıyorduk. Aynı bölgede Suudi destekli başka bir grup, geniş maddi imkânları da kullanarak Türki cumhuriyetlerden gelen öğrencilerle ilgileniyor; eğitim, barınma ve burs gibi ihtiyaçlarını organize ediyorlardı. Suud’un dini olan; yöneticilere itaat, mustazafları suçlama, müstekbirleri aklama ve küresel tuğyana teslimiyeti aşılıyorlardı. İlk kriz; bizim derslere katılan öğrencilerle mezkûr grup arasında patlak verdi. Ben de kardeşlere; tartışmaya girmemelerini, bunun yerine delillerini yazılı olarak birbirlerine vermelerini, herkesin bir diğerinin delillerini okuyup anlamaya çalışmasını önerdim. Hamdolsun; öneri kısa sürede faydasını gösterdi. Birçok genç, sakin bir kafayla, sırf anlamak için bizlerle konuşmaya başladı. Tabii öğrenen her insanın yaptığı gibi hocalarına soru sormaya, sorgulamaya başladılar. Yazılı delil olarak hocalarına sundukları Abdulkadir ibni Abdulaziz’in “Cami” kitabından bölümler, hocaları tarafından İstihbarata şikâyet konusu edildi. İkinci kriz; bizi yolda gören her yabancı öğrencinin, “Neden vakit namazlarında camiye gelmiyorsunuz?” sorusuyla başladı. Birkaç gün sonra anladık ki organize bir durumla karşı karşıyayız. Birileri bölgedeki öğrencileri bize karşı kışkırtıyor. Zikrettiğim iki problem devam ederken, tatil dönemi geldi. Yeni sezonda başlamak üzere dersleri sonlandırdık…

Tatil döneminde bir kısmımız memleketlerine döndü, ben de Türkiye’ye geldim. Bu esnada Mısır’daki yabancı kardeşlere operasyon yapıldı. Bir kısmı ağır işkence gördükten sonra sınır dışı edildi. İstihbaratın bizimle ilgili sorduğu sorular, Mısır sürecinin sonlandığını gösteriyordu. Böylece kader bizim planlarımızı bozdu, hiç hesapta olmayan bir süreç başladı.

Önümüzde üç seçenek vardı: Diyarbakır, Konya ya da İstanbul’a yerleşmek. Konya seçeneğini eledim. Zira benim kafam ve gönlüm karışık, Konya karmakarışık; bu kadar karışıklık bir araya gelirse iyi olmaz diye düşündüm. Diyarbakır seçeneğini de eledim. Zira Diyarbakır’da davetten ziyade tartışma yaşanıyordu. O günkü ortam Diyarbakır’a yerleşmek için uygun değildi. Geriye zorunlu olarak İstanbul’a yerleşmek kalıyordu. Mısır’dan tanıştığımız arkadaşların vesilesiyle İstanbul’a yerleştik. Bir arada bulunduğumuz arkadaşlarla konuşmamız şu minvaldeydi: Ben altı ay kadar davet yapacak, ders verecektim. Bu süre sonunda şayet uygun görürsem kalıcı bir çalışma yapacak, uygun görmezsem çalışmayı bırakacaktım. Kendimce bu altı aylık sürece dair tüm programımı yaptım. Yine bir hakikati hesaba katmamıştım: Kader![1]

İlk etapta şöyle bir program yaptık:

Okumaya müsait gençlerden bir grup oluşturup, her gün sabah namazından sonra onlarla ilmî dersler yapmak. Bu çalışmanın temel gayesi gençlerle yakından, birebir ilgilenmekti. Zira insan, ancak birebir ilgilenmeyle yetişir, olgunlaşır.

Ders grupları oluşturup belli yaşın üstündeki insanlarla ev sohbetleri aracılığıyla birebir ilgilenmek.

Haftada bir gün genel sohbet yapıp toplumun tüm kesimlerine davet yapmak.

İnsanların sosyalleşeceği, davet yapabileceği, ilgilendikleri insanları davet edebileceği davet merkezleri oluşturmak.

Hamdolsun; çalışmalar başladı ve süreç Allah’ın (cc) yardımıyla istediğimiz gibi şekillendi. Birebir ilgilendiğim gençlerin de yardımıyla gayet verimli bir süreç yaşandı. Ancak zamanın ilerlemesiyle bazı sorunlar fark etmeye başladım. Daha doğrusu her işte olduğu gibi; iş ciddiyete binince bazı elemeler yapılması gerektiğini anladım.

Sorunları şu başlıklar altında özetleyebilirim:

İnsanların çoğu şer’i anlamda bilgi edinmek, öğrenmek için çaba harcamak ve yorulmak istemiyordu. Buna bağlı olarak insanlarla ilgilenmek, onların sorunlarını dert edinmek, kendisinden ve ailesinden fedakârlık yapmak da istemiyordu. Hiç unutmuyorum; bulunduğu bölgede öncülük/abilik yaptığını düşünen birine, “Neden pazar derslerine katılmıyorsunuz?” diye sormuştum. Cevap, “pazar günü tatil, hanım ve çocuklarla bir şeyler yapıyoruz.” olmuştu. Zikrettiğim dersi talep edenlerden biri, iş ciddiyete binince böyle cevap verebiliyordu. Bu insanlara yönelik bir program yaptık. Düzelen düzelecek, düzelmeyenlerin bir daha ortamlarımıza gelmemesini isteyecektik. Hamdolsun; çalışmalar fayda verdi, bir kısmı düzeldi. Fakat bir kısmı hatalarında ısrarcı oldu, onlarla yollarımızı ayırdık.

Hitap ettiğimiz insanların büyük çoğunluğu İslam’ı ilk defa bizim vesilemizle tanımış değildi. Büyük çoğunluğunun İslami bir geçmişi, kalıplaşmış bazı davranışları ve bir din anlayışı vardı. Bir kısmı, geçmişte tevhidî söylemlere sahip AK Parti ile beraber çizgisini değiştiren cemaatlerden ayrılan insanlardı. Bir kısmı, aşırı düşüncelere sahip, toplumdan izole bir hayat yaşayan ve aşırılığını daha sonra fark eden insanlardı. Bir kısmı, işgal altındaki topraklara gidip savaşmak ve şehit olmak dışında hiçbir fikre sıcak bakmayan insanlardı. Bir kısmı, Hanefi-Maturidi cemaatlerde tevhidî söylemlere sahip, ancak Kur’ân ve sünnet merkezli yaşamak için onlardan ayrılmış insanlardı. Bir kısmı, Suudi çizgisinde selefilikten ayrılmış insanlardı. Bir kısmı da ilk defa bizim davetimizle İslam’la tanışmış yeni, imani heyecana sahip ve yetişmeye müsait insanlardı…

Kalpleri farklı yönlere bakan insanların bedenlerinin bir arada olmasının önemi yoktur. İtikadi ve menhecî birliktelik yoksa orada bir cemaatten değil, olsa olsa bir kalabalıktan söz edilebilir. Zira kahvehanede de bir arada oturan insanlar vardır. Şer’i anlamda böyle bir kalabalık; suyun, önüne katıp sürüklediği, hiçbir özgül ağırlığı olmayan çer çöp gibidir.[2] Böyle bir kalabalığın bireysel ve toplumsal ıslaha ne katkısı olabilir ki? Ne yapmalıydık? Bu insanları birbirinden ayırıp farklı gruplar içinde kaynaştırmalı, ortak bir inanç ve menhec eğitimi vermeli, yakından ilgilenmeliydik. Öyle de yaptık. Kısa süre içinde ıslaha açık bireyler ile alışkanlıklarıyla mutlu, düzelmeye niyeti olmayan insanlar ayrışmaya başladı. Tereddütsüz bir şekilde, eğitimle düzelmeyenlerle yollarımızı ayırdık. O süreçte yaşadıklarımızın bugüne bakan etkilerinden biri; cemaat geçmişi olan insanlardan ziyade yeni, ilk defa İslam’la tanışan insanlarla ilgilenme hassasiyetidir.

Bulunduğumuz çevrede mebzul miktarda bulunan, kerametleri/abilikleri kendilerinden menkul; hayatın hiçbir alanında muvaffak olamamış, sokak jargonuyla konuşan; kesinlikle bir işte çalışmayan, zengini kırkından sonra baba parasıyla, yoksulu gençlerin sırtından, bir kısmı da küçük çocuklarını çalıştırıp onların sırtından geçinen insanlar vardı.

Çoğu gençleri cihad hayalleriyle oyalayan, hakikatte kendi ayak işlerini yaptıran adamlar… Birçok gence ne dini ne ahlakı ne de hayatı öğretmişler. Arapların deyimiyle “bir şeyi kaybeden başkasına veremez”; kendilerinde olmayanı nasıl gençlere verecekler ki?

Kim olursa olsun; ilgilendikten sonra bir karara varmak gerekir. Biz de öyle yaptık. Açıkçası bu kişilerle bir mesafe katedemedik. Zira sorun çok derindi. Öncelikle bu insanlar başta din/ilim olmak üzere her alanda kendilerini bilirkişi kabul ediyorlardı. Buna bağlı olarak kendilerinde, her alana müdahale etme hakkı buluyorlardı. Örneğin bir hocaya, “Dersi şöyle anlatmalısın.” diyebilecek, işletme mezunu birine ekonomi dersi verecek, bir avukata hukuk anlatacak kadar had, sınır ve edep anlayışından uzaklardı. Bu insanlarla konuşarak veya eğiterek yol alamadık. Ancak gençlere itikad, ahlak ve menhec eğitimi verince, doğal olarak bu insanlardan uzaklaştılar.

İslam ümmetinin diğer yarısı olan kadınlar ihmal ediliyordu. Biraz Arap cahilî aklı, biraz da Anadolu cahilî aklının birleşiminden neşet eden kadın algısına göre; kadın, varlığı itibarıyla bir sorundu, çok konuşurdu, boş konuşurdu, yaratılış gayesi dırdır etmekti… Bu cahilî anlayış, kadına yönelik her eğitimin boş ve faydasız olduğuna inanmıştı. İslami mücadele potansiyelinin yarısını atıl/işlevsiz bırakan mezkûr anlayış; işin ilginç yanı, kadını da buna ikna etmişti. Hangi kadınla konuşsam, “Hocam, biliyorsunuz ben kadınım, zayıfım…” diye başlayan, Arap-Anadolu cahiliye inancını tekrar ediyordu. Oysa şer’i mükelleflik, yani kulluk ve dine hizmet konusunda kadın ve erkek eşittir.[3] Zayıf, yaratılan kadın değil, tüm insanlardır.[4] Gevezelik, erkek için ıslah edilmesi gereken bir ahlaki zaaf olduğu gibi kadın için de zaaftır. Her mümin erkek ve kadın arınmak, ıslah olmak zorundadır. Takva ve fıskta kadın ve erkek için ayrı kategoriler olmadığı gibi, cennet ve cehennemde de kadın ve erkek için farklı kategoriler yoktur.

Aslında bu sorun; erkeğin cahiliyeden tevarüs ettiği, şer’i sınırları aşan kıskançlık[5] ve tüm otoriter toplumlarda görülen, güçlünün tahakküm kurabileceği zayıf bir zümre oluşturma hevesinden kaynaklanıyordu.[6] Elbette insan bu zaafına da delil bulacak, kötü amelini süsleyecek, kendini Allah (cc) ile aldatacaktı! İnsanoğlunun inanıp da delil bulamadığı hangi konu vardı ki bu konuda delil bulmasın?

Hamdolsun; zor oldu, ancak bu sorun da aşıldı. Zira kadın sorunu, yukarıda zikrettiğim sorunlu insanlardan kaynaklanıyordu. O insanların kimisi doğal yollarla kimisi imtihanlarla kimisi de bizim uzaklaştırmamızla elenince, sorun da suhuletle çözülmüş oldu. Bugün mücadelenin her alanında inanan ve teslim olan kardeşlerimiz, yüzümüzü ağartan hizmetler sunuyor, yüce Allah’ın yüklediği emanete sahip çıkıyorlar.

Topluma öncülük yapma iddiasındaki insanlar, mücadele saflarında zor durumda kalan insanlara karşı kayıtsızdı. Hiç unutmuyorum; bir gün mescidde kalan ve sabah namazından sonra ilmî dersler yaptığımız gençlerin, bazı günler öğün atlamak zorunda kaldığını öğrendim. Verilen harçlık yetersizdi… Geçici bir çözüm ürettikten sonra, sorunun çözümünde rol alması gereken bir şahsı evinde ziyaret ettim. Yemek saatine denk gelmişim. Beni de davet ettikleri, orta sınıf için mükellef kabul edilecek bir sofrayla karşılaştım. Gençlerin durumunu, onlara kaynak oluşturulması gerektiğini… anlatınca şu cevabı aldım: “Ashab-ı Suffa da bazı günler aç yatıyordu, idare etsinler.”

Elbette söylenmesi gereken ne varsa söyledim ve oradan ayrıldım. Hemen akabinde bir hanımefendi kendisine yardım sözü verilmesine rağmen kimsenin kendisiyle ilgilenmediği şikâyetini iletti. Bu hanım kardeşimizden sorumlu kişiyle konuşunca, “Kocası öldü, biz artık ona karşı mesul değiliz.” dedi. Bu iki olaydan sonra kat’i surette bu insanlarla yol yürünmeyeceğine karar verdim. Tam bu esnada ilginç bir olay daha yaşandı. Cuma vakti mescide gelen bu zevatın arkadaşlarından biri, civardaki bir camide cuma kılmak için gençleri davet ediyor. Arkadaşlarımız da gerekçelerini açıklayarak cumaya katılmayacaklarını söylüyorlar. Bu kişi gençleri Harici olmakla suçluyor. Kime göre, neye göre Harici olduklarını sorduklarında; cihad âlimi olarak isimlendirdiği bir grup ilim adamının ismini zikrediyor. Gençler; güncel konularda o isimler gibi düşünmediğimizi, birçok konuda onların ictihadlarına katılmadığımızı beyan ediyor ve henüz çıkmış olan “Tüm Resûllerin Ortak Daveti” kitabıyla itikada dair bazı dersleri dinlemesini öneriyorlar. Bu teklif karşı tarafı iyice öfkelendiriyor ve asıl Haricinin ben olduğumu ilan ediyor.

Böylelikle itikadi, menhecî ve ahlaki olarak anlattığımız meseleleri birilerinin kabul etmediği ve bizi vitrin olarak kullanmak istedikleri yakinen anlaşılmış oldu.[7]

Ortaya çıkan soruna dair çözüm arayışı içindeyken bir operasyona maruz kaldık. O dönem Emniyet ve Yargıda etkin olan Cemaat -bugünkü ismiyle FETÖ-, operasyonun mimarıydı. Bizleri El-Kaide olma töhmetiyle cezaevine aldılar. Bu operasyonun zannımca biri tarih boyunca değişmeyen asli, ikisi de her çağın kendisine özel olan şartları içinde üç nedeni vardı:[8]

Asli neden; Âdem (as) ile başlayan ve kıyamete dek sürecek olan, tevhid ve şirk arasındaki amansız kavgadır:

“Andolsun ki biz: ‘Allah’a ibadet edin.’ diye (davet etmesi için) Semud’a kardeşleri Salih’i yolladık. (Davet başladığı anda) birbirlerine hasım olan iki grup oluverdiler.”[9] [10]

İkinci neden; F. Gülen grubunun başta tevhidî cemaatler olmak üzere İslami kesim içine yerleştirdiği veya devşirdiği ajanların raporlarıdır. Projelerinde kullanamayacakları ve onları eleştiren tüm kesimlere bir şekilde operasyon yaptılar. (Bu şahısları tanımak isteyenlere şu ölçüyü verebilirim: İslami çalışmaların merkezinde yer alan, ciddi anlamda aktif olan bu şahıslar; operasyonlarda gözaltına dahi alınmaz. Şayet gözaltına alınmışlarsa haklarında hiçbir delil bulunmayan insanlar ceza alırken bu kişiler beraat eder. Ve bu ilginçlik birkaç yılda bir tekrar eder.)

Üçüncü neden; operasyondan hemen önce yayımlanan Tüm Resûllerin Ortak Daveti kitabıdır.

Şöyle ki; cezaevine girmeden kısa bir süre önce (2008) Tüm Resûllerin Ortak Daveti kitabını yayımlamıştık. O kitapta isim vererek F. Gülen’i ve dinî olduğu iddia edilen projesini eleştirmiştim. Bunun üzerine operasyona maruz kaldık. Zira o dönem tüm kurumlar onların elindeydi ve F. Gülen’i ima yoluyla eleştiren dahi operasyona maruz kalıyordu. Kaldı ki biz dolaylı değil, direkt eleştiriyor ve bu eleştirimizi de dinî gerekçelerle yapıyorduk.[11] Dinler arası diyalog konusundaki eleştirilerimiz o denli zorlarına gitmişti ki; kurumları tamamen ele geçirdikleri 2011 operasyonunda bu durumu iddianameye yazdılar. Evet, yanlış duymadınız! Dinler Arası Diyalog Projesine yönelik tevhidî tutumumuz, laik T.C.de suç unsuru olarak iddianameye konu oldu. İddianameyi hazırlamak FETÖ’ye, on yıl sonra o iddianameden on iki buçuk yıl ceza vermek AK Parti’ye nasip oldu.[12]

Düşünün: Bu öyle ilginç bir operasyon ki; bizi El-Kaide’den gözaltına alıyorlar, içeride EGM İstihbarat polisleri neden El-Kaide’ye katılmadığımızı soruyor, El-Kaide’ye katılmaya teşvik ediyorlardı. Sonradan bunu inkâr ettiler, bu sebeple onları lanetleşmeye davet ediyor ve Allah’ı (cc) şahit tutarak diyorum ki; bana iki teklifte bulundular:

“Sana pasaport yapalım, Afganistan’a git.” dediler. “Neden?” diye sorduğumda, orada bir cihad olduğunu söylediler. Ben de “Biz kendi topraklarımızdan sorumluyuz, davetimizi burada yapacağız.” dedim ve ekledim: “Siz, bizimle onlar arasındaki itikadi ve menhecî farkları bilmiyor musunuz?” Biri o anda bana, “Ebu Muhammed El-Makdisi’yi tanıyor musun?” diye sormuş ve şöyle demişti: “O da kimseye yaranamıyor… Hem El-Kaideciler eleştiriyor hem de El-Kaideci olmayanlar…”

“Afganistan’a gitmiyorsan Diyarbakır’a git, çalışmana orada devam et.” dediler. Ben de hiçbir yere gitmeyeceğimi söyledim ve İstanbul’da kalacağımın altını çizdim.

Bu bölümü okuyan kişilerin aklına şöyle bir soru gelebilir: Devlet memuru ve Türkiye’de ABD aklını temsil eden bir cemaat, bizlerin El-Kaide olmadığını bile bile, neden bizi El-Kaide ismiyle gözaltına alıyor ve neden bu tekliflerde bulunuyor?

Neden El-Kaide?

a. Öncelikle Wikileaks belgelerine de yansıdığı gibi; Türkiye’de polis, radikal gördüğü gruplara El-Kaide ismiyle operasyon yapıyor. Zira başka türlü operasyon yapması, birilerini tutuklatması ve dünyaya -özellikle de ABD’ye- terörle mücadele görüntüsü vermesi mümkün değil. Ancak ABD’liler bu saçmalığın farkında ve bunu yazışmalarına da yansıtıyor.

Türkiye’de artan El-Kaide operasyonlarından sonra, dönemin ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in, Wikileaks belgelerine “SECRET ANKARA 000133” numarası ile yansıyan değerlendirmesi oldukça manidardır:

“1- Basın’da belirtilenin aksine, Polis’teki irtibatlarımız, soruşturma kapsamında tutuklanan yerel İslami radikallerin Türkiye’deki Amerikan çıkarlarına saldırı plan veya niyetleri olmadığını söylediler. Polis, 15 Ocak’ta Ankara’da on üç kişinin gözaltına alındığı operasyonla başlayarak ülke çapında gerçekleştirdiği farklı operasyonlarda 130 kişiyi gözaltına aldı. Hem polis hem de sansasyon peşindeki medya, tutuklananları El-Kaide üyeleri olarak lanse ettiler. Türk Polisi ve diğer güvenlik teşkilatları ile yaptığımız irtibatlardan edindiğimiz kanaat, tutuklanan kişilerin El-Kaide ile irtibatlarının bulunduğuna inanılmadığını yönünde. Bilakis tutuklamalardaki El-Kaide tabiri, örgütle organik bir bağı olup olmadığına bakılmaksızın şüpheli İslami radikallerin tümünün yakalanmasında hem Polis hem de basın tarafından kullanılmakta.

2- Gözaltılar bize önleyici amaçlı tedbirler gibi gelmekte. Türk Polisinin amacı, gelişmeye başlayan hücreleri akamete uğratmak ve üyelerine faaliyetlerinin izlendiğini hatırlatmak gibi görünüyor.”

b. İslami yapıları terör etiketiyle etiketleyerek tevhid davetini terörle özdeşleştirmek istiyorlar. Medya belli örgütleri halkın gözünde şeytanlaştırıyor, sistem rahatsız olduğu oluşumları o etiketle isimlendiriyor. Böylece davete muhatap toplum, daha yolun başında o oluşumla arasına mesafe koyuyor. Bir dönem Hizbullah, sonra El-Kaide şimdi de IŞİD… Medya ve rejim el birliğiyle bu operasyonu örgütlüyor.

c. Sistemin terör örgütü kabul ettiği bir etiket daha rahat gözaltı, tutuklama ve cezalandırma anlamına geliyor. Aksi hâlde önce sizi terör örgütü kabul edecek mahkeme kararına, bunu destekleyecek delillere ve kamuoyunun ikna edilmesine ihtiyaç duyuyorlar. Yolu uzatmak yerine kestirmeden gidip sizi mevcut örgütlerden biriyle ilişkilendiriyorlar.

d. İslami yapılar arasına mesafe koymuş oluyorlar. Maalesef coğrafyamızın tağutları İslami yapılar arasında soğukluk ve yer yer çekememezlik olduğunu biliyorlar. Çoğu “ahlak abidesinin” sizi sizden değil de medyadan tanımayı tercih edeceğini düşünüyorlar, yanılmıyorlar da… Dünya sevgisi, ölüm korkusu ve günümüze özel olarak şirket, vakıf binaları ve lüks araçtan müteşekkil “kazanımları kaybetmeme” hastalığı; sistem tarafından etiketlenen yapılardan uzak durmayı gerektiriyor.

e. Bu suretle siz, ne olduğunuzdan ziyade ne olmadığınızı anlatmak durumunda kalıyorsunuz. Daveti bundan daha fazla zehirleyen ve aksatan bir şey olmasa gerek! Bu durum, sizi sürekli savunma pozisyonunda kalmaya zorluyor.

f. Dikkat edilirse sistem, bu davaları uzatabildiği kadar uzatıyor. Birkaç ayda bitecek dosyalar on yıl kadar sürüyor. Bu vesileyle İslami çalışma yapanları, sürekli tedirgin bir ruh hâlinde tutuyor. İnsan ruhunda belirsizlik kadar baskı oluşturan başka bir şey olmasa gerek.

Tekliflere gelince;

a. Tağuti rejimler uzun dönemdir bir gerçekliğin farkında: Sıcak çatışma bölgelerinin varlığı, onlar için faydalı. Böylece rahatsız oldukları oluşumları, o bölgelere sevk ediyor, onların ifadesiyle, kurtuluyorlar. Örneğin Suudi Arabistan; Çeçen ve Afgan Savaşı’nın propaganda minberi gibiydi. Âlimler (!) maaşlarını savaşanlara bağışlıyor, Cuma hutbelerinde cihad çağrıları yapılıyor, iş adamları “cihada” gidenlerin ailelerinin bakımını üstleniyordu. Ancak aynı Suudi Arabistan; Çeçenistan ve Afganistan’dan dönenleri terörist diye hapsetti, çoğunun akıbeti dahi belli değil. Mısır’dan Bosna Savaşı’na davullu zurnalı “mücahidler” yollandı. Ne ki dönenler “Bosna’dan Dönenler” davası adı altında, akıl almaz işkencelere maruz kaldılar. Türkiye, Suriye’ye gidenlere hiçbir müdahalede bulunmadı. Ancak dönenler gözlerini cezaevinde açtı… İstihbaratçılar bu durumu “bağırsak temizliği” olarak isimlendiriyor. Tam da tağutların necis zihniyetini ifade eden bir tanım bu: İslam ehlini pislik ve bu bölgeleri de tuvalet olarak görüyorlar… İşte bu nedenle Müslimlerin bu topraklardan gitmesi için çaba gösteriyorlar. Ve tüm tasarrufları şahittir ki; gidenlerden değil, kalanlardan veya gidip geri dönenlerden nefret ediyorlar.

b. Allah (cc), elçilerini “ummu’l kura” olan merkezî şehirlerden seçti. Zira merkezî şehirlerde başlayan davet, kısa zamanda tüm bölgeye yayılır. Bizde “İstanbul’a kar yağdı mı Türkiye’ye kış gelir.” derler ya, biraz öyle. Doğuda metrelerce kar yağar, haber değeri taşımaz. İstanbul’a üç santim kar yağar, gazeteler “Türkiye beyaza büründü!” mealinde manşetlerle çıkar. Hâliyle tevhid davetinin merkezî bir ilde olmasını istemiyorlar.

c. Kürtlerin yaşadığı bölge, sistem için gözden çıkarılmış, sorunlu, “ıskartaya çıkarılmış” vatandaşların yaşadığı bir bölgedir. Güvenlik gerekçesiyle o bölgede tutuklama, işkence ve suikast yapmak çok daha rahattır. Ayrıca bölge silahlı çatışmaya müsait bir alt yapıya sahiptir. Sistem büyüyen yapıları, farklı düşüncedeki yapılarla çatıştırmakta, Kürtlerin toplumsal yapısındaki sorunlar nedeniyle istediği zaman onları iç savaşla meşgul edebilmektedir. Bu nedenle tevhidî bir cemaatin Doğu’ya transfer edilmesi sistem açısından kazanç olacaktır.

d. FETÖ yapısının Hizbullah Cemaatine karşı özel bir kini vardır. Bizim çocukluğumuzda, gözaltına alınanlara en ağır işkenceleri F. Gülen grubunun yaptığı anlatılırdı. Ki kendim de henüz 16 yaşındaki ilk gençlik dönemimde, Hizbullah operasyonları kapsamında gözaltına alınmış, bu nefreti bizzat yaşamış ve nefretlerindeki ölçüsüzlüğe bir anlam verememiştim. Namaz kılan, Müslüman olduğunu (!) söyleyen bir insanın nasıl ve neden bu kadar vahşileşebileceğini anlamakta zorlanmıştım.[13] Zannımca bizi Doğu’ya yönlendirip Hizbullah ile karşı karşıya getirmek, çatıştırmak istiyorlardı. Çünkü o dönem, Hizbullah’ın 2000 darbesinden sonraki toparlanma süreciydi; galiba bu süreci yeni bir çatışmayla baltalamayı düşünüyorlardı. Allah (cc) en doğrusunu bilir. Çocukluğum gruplar arası çatışmalar içinde geçtiği için, çatışma ve iç savaşların nasıl bir musibet olduğunu; kazananı olmayan, grupların birbirini öğüttüğü, kalanı da sistemin ezdiği bir mekanizma olduğunu yaşayarak öğrendim.

Cezaevi Süreci[14]

Bu tutukluluk süreci on üç buçuk ay sürdü. Birçok hayra vesile olması yanında ilginç gelişmelere sahne oldu. Bunlardan biri, yukarıda anlatılan süreçle ilgili olduğu için paylaşmak istiyorum:

“26 Zilhicce 1429/24 Aralık 2008 tarihinde elime bir risale geçti. Bazı insanların belirli bir fikre karşı kaleme aldığı ve özellikle muayyen tekfir, tekfirin engelleri, kimin tekfire müstehak olduğu; tağuti düzenlerde askerlik, okul ve memurluk gibi günümüzde çok tartışılan meseleler hususunda, muasır âlimlerin görüşlerinin beyan edildiği bir risaleydi.

Yazarın risaledeki temel vurgusu, bir grup gencin, muasır cihad âlimlerinin kitaplarını ve sözlerini yanlış anladığı yönündeydi. Nitekim yazar, bu konular üzerinde durmuş, kendince bunu beyan etmiş, risalede sözü edilen konulara değinmeye çalışmış ve kapasitesi ölçüsünde nakiller aktarmıştı.

Yazarın cihad âlimleri olarak ifade ettiği kişiler, El-Kaide vb. yapıları destekleyen, Usame ibni Ladin’in küresel direniş çağrısına yazıları ve sohbetleriyle destek veren ilim adamlarıydı. Bu ilim adamlarının kitaplarını ve sözlerini yanlış anladığını iddia ettiği bir grup genç ise o günlerde henüz tam anlamıyla oluşmamış Tevhid ve Sünnet Cemaatinin fertleriydi.

Yazarın bu risaleyi yazma ve bizi açıkça hedef alma nedeni ise kısaca şu şekildedir: 2008 yılında bir operasyona maruz kalmış ve basının günlerce “El-Kaide operasyonu yapıldı!” şeklindeki haberleriyle gündem olmuştuk. Bu esnada Kandıra 1 Nolu F Tipi Cezaevinde kalan, El-Kaide yapısına mensup ve risale yazarının da içinde olduğu bir grup şahıs, çıkan haberlerden sonra bizlerin kendileriyle aynı cemaatten olduğu kanısına varmış. Aynı cezaevinde kalan kardeşlerimizle karşılaşıp, bazı sorular sorunca; bizlerin onlarla aynı cemaatten olmadığını, aramızda hem itikad (inanç) hem de menhec (metot) yönünden farklılıklar olduğunu görmüş ve sonuç olarak cemaatlerinin yanlış tanınmaması için bu risaleyi kaleme almışlar. Böylece basının hakkımızda yaptığı yalan habere aldanarak, bizleri El-Kaide mensubu sanabilecek kamuoyunu aydınlatmayı hedeflemişler. Aslında yaptıkları bu davranış onların en doğal hakkıdır. Elbette bizler gibi, El-Kaide’yle itikad ve menhec olarak bir araya gelmesi mümkün olmayan insanların, basının yalan haberleri sebebiyle aynı topluluktan zannedilmesi yanlıştır ve onların da bunu kamuoyuna açıklama hakkı vardır. Eğer risale bu kadarıyla yetinip, hakaret ve aşağılama gibi ilmî üsluba yakışmayan ifadeler barındırmasaydı açıkçası bu risaleden memnuniyet duyardık.

Cezaevindeyken elime ulaşan risalenin tamamını okudum, önemli olabilecek yerleri defalarca tekrar ettim. Risalenin içindeki konuların çoğunu internet ortamında mevcut olan derslerimde anlattığım için bir cevap vermeyi düşünmemiştim. Fakat risale henüz elime ulaşmadan önce birçok kardeşin, bu risaleyi okuyup kendilerine bazı noktalarda ayrıntılı bilgi vermemi talep etmesi, herkesin bilgi istediği noktanın farklı oluşu ve ayrı ayrı yazıldığı zaman çok vakit alacak olması üzerine fikrimi değiştirdim ve risaleye, baştan sona herkesin faydalanacağı bir reddiye yazmaya karar verdim.”[15]

Tam bir güler misin, ağlar mısın durumu: Sistem (in o gün ki yüzü FETÖ) sizi El- Kaide diye teşhir edip tutukluyor. ABD’li diplomat “Bunlar El-Kaide değil” diyor. El- Kaide Türkiye Sorumlusu bir mektup, iki de risaleyle size hakaretler ediyor. Böyle bir dosyada FETÖ size “El-Kaide üyeliği”nden ceza veriyor. AK Parti Yargıtay’ı “Üyelik olmaz yöneticilikten ver” diye dosyayı aleyhinize bozuyor. Size de “Hasbunallah!” demek düşüyor; Hasbunallah!

2. Dönem: Cemaatle Davet Dönemi

2009 yılında cezaevinden çıktık. O tarihten bugüne kadar geçen zamanı, cemaatle çalışma dönemi kabul edebiliriz. Yüce Allah’a hamdolsun; cezaevi süreci birçok hayra vesile oldu. Bizim “Nasıl kurtulacağız?” diyerek saçlarımızı ağarttığımız sorunlar, ilahi bir dokunuşla kendiliğinden çözülmüş oldu. Neye inandığını bilen, nasıl bir mücadele süreci içinde olduğumuzu idrak etmiş, imtihanla arınıp temizlenmiş bir grup insanla yola koyulduk.

Bu dönemde maddi sıkıntılar dışında hiçbir sorunumuz olmadı. Hatta diyebilirim ki; az ve sade olanın asaleti ve gönül huzuruyla, bugün bile hatırladıkça yüzümüzü güldüren çok güzel günler yaşadık. Yaşadığımız maddi sıkıntıların nedeni, “iyice tanımadığımız ve emin olmadığımız” insanlardan yardım kabul etmeme prensibiydi.

Bu sürecin meyvelerinden biri Tevhid Medresesi idi. Hamdolsun; bugün erkekli kadınlı davet yapan, insanlara dinini öğreten, davetin yükünü omuzlayan birçok kardeşimiz bu medresenin öğrencisidir. Ben de dâhil olmak üzere Tevhid Medresesinde mezuniyet mefhumu yoktur. Hem öğrencisi hem hocası olduğumuz medresenin her yıl maruz kaldığı operasyonlar nedeniyle -zahiren- sıkıntı yaşadığı doğrudur. Ancak bugünden bakınca -2021- anlıyorum ki; bu operasyonlar Türkiye ilmiye sınıfının genetik problemlerini kader eliyle tedavi etti. Yüce Allah; korkaklık, insanlara yük olma, istenilen her yöne çekilme gibi; medreselerin yapısından kaynaklı, nesilden nesile aktarılan gayri İslami ahlaklardan öğrencileri korudu. Evet, zor oldu. İmtihan dibeğinde dövüle dövüle oldu. Zulme uğrayarak, ayrılıklar yaşayarak, eğitim süreçleri aksayarak oldu… Evet, ancak tüm bu zorluklara rağmen güzel oldu. Allah’tan (cc) esenlik ve afiyet istemekle beraber, O’ndan gelen her şeye razıyız. Ve tüm kalbimizle, “Bizi bize bırakma, elimizden tut, hayır neredeyse bizi oraya sevk et Allah’ım!” diyoruz.

2009-2011 yılları arasında seçici davrandık! Bu seçiciliğimiz “Müslimlere kapılarını kapatmak ve cemaatçilik” etiketiyle eleştirildi. Eleştirilere kulak tıkayıp yolumuza devam ettik. Zira yürüdüğümüz yolun imtihanlar yolu olduğunu; sağlam, öğrenmeye/eğitime/değişime açık insanlarla bir temel atmak zorunda olduğumuzu biliyorduk. Bugün bile, o günlerde -Allah’ın (cc) yardımıyla- atılan temellerin meyvesini yiyoruz.

2009-2011 yılları arasında dışa dönük bir yönümüz olsa da daha çok iç eğitime önem verdik. Dışımızdaki sorunlarla ilgilenmeme kararı aldık. Fakat… Evet, burada bir fakat var. Bu süreçte yaptığımız hatalardan birini, geriden gelenlere örnek olması umuduyla paylaşmak istiyorum: Tevhidî cemaatler arasında itikadi bir tartışma yaşandı. Aldığımız karar gereği bu soruna müdahil olmamalıydık. Ne ki tarafların ısrarı, vefa duygusu -taraflardan biriyle arkadaşlığımız vardı- ve ıslaha vesile olur düşüncesiyle sürece müdahil olduk. Bizi yoran ve enerjimizi israf eden mezkûr süreç, bize bir hakikat öğretti: Türkiye’de gruplar maddi/siyasi anlaşmazlıklar yaşar, ancak bu durumu dinî ihtilaf kılıfıyla topluma aksettirir. Zahiren ortada dinî bir tartışma var. İhtilaf ne delille ne tartışmayla ne de nasihatle gideriliyor. Sonra anlıyorsunuz ki; dinî ihtilaf yalnızca bir kılıf. Tarafların öfke hâlinde birbirine yönelttiği töhmetler ya maddi ya siyasi ya da şahsi… Sorun çözülmüyor; zira siz dinden çözüm getiriyorsunuz, sorunsa dünyevi… Ki; o günden sonra başından sonuna vakıf olmadığımız hiçbir tartışmaya ortasından veya sonundan müdahil olmadık, olmamaya da kararlıyız.

İç eğitime yöneldiğimiz bu süreçte yaşadığım şahsi bir soruna işaret etmek istiyorum: Aynı coğrafyayı paylaştığımız Doğu toplumlarında zaman hassasiyeti yok. Konuşan susmayı, oturan kalkmayı, telefon eden kapatmayı… bilmiyor. İslami çalışmanın en temel meselelerinden biri; zamanı doğru kullanmak, programlı hareket etmektir. Aksi hâlde hükmedemediğiniz zaman/akış size hükmediyor ve savruluyorsunuz. Başarısızlığın mazereti yoğunluk oluyor. Aslında beklenen tam tersidir; yoğun çalışma başarı sebebi olmalıdır.

İnsanları kırmamak için gösterdiğiniz çaba suistimal edilebiliyor. Bir mecliste sabah namazından sonra dersim olduğunu söylememe rağmen gece üçe kadar soru sordular. Üçte meclisi kapatmak zorunda kaldım. Başka ilden gelen biri benimle özel konuşmak istediğini belirtti. Yaklaşık bir buçuk saat süren konuşmadan sonra, “Bu konuşmanın amacı nedir?” gibi bir soru sordum. Muhatabım, “benimle muhabbet etmenin güzel olduğunu” söyledi. Maalesef, önünü almadığınızda böyle absürt durumlar yaşanabiliyor.

Zaman, kulluğumuzun ve hizmetimizin sermayesidir. İslami çalışma yapanların zaman hassasiyeti olmalı; sözlü veya amelî hiçbir eylem akışa bırakılmamalı, her işin başlangıç ve bitiş saatleri belli olmalı, her iş ona tahsis edilen zamanda halledilmelidir. Ayaküstü, programsız, akla esti diye yapılan iş; insanın önce kendisine, sonra muhatabına, sonra da davasına saygısızlığını gösterir. Bu konudaki hassasiyetimin ben yokken de sürdürülmesi en büyük arzumdur. Zira zaman hassasiyeti teorik bilgilerle oluşturulabilecek bir hassasiyet değildir. Ancak birilerinin örnekliğiyle, yaşam pratiğiyle oluşturulabilir.

2011-2014 Süreci

Çalışmalar devam ederken 2011 yılında yeni bir operasyona maruz kaldık. Bu operasyon katıksız bir Cemaat -bugünkü ismiyle FETÖ- operasyonuydu. Bir öncekinde olduğu gibi temkinli davranmıyor, bir “ışık evine” gelmişiz hissi uyandıran TEM binasında açık açık konuşuyorlardı. Zaten onları yakan da o kibir, o dokunulmazlık hissi oldu.

Bu tutukluluk yaklaşık iki yıl (yirmi bir ay) sürdü. 2011-2013 arasında yaşadığımız tutukluluk döneminde hem dünyada hem de Türkiye’de ilginç gelişmeler oldu. Arap Baharı olarak adlandırılan, henüz nihayete ermemiş Arap halk isyanları süreci başladı. Cemaat ile AK Parti’nin arası bozuldu. Gezi olayları patlak verdi. Çözüm sürecinin temelleri atılmaya başladı. Türkiye’nin bir asırda yaşaması muhtemel toplumsal hadiseler birkaç yıl içinde yaşandı. Olaylar bitti, etkileri bugün dahi sürüyor… Ve ümidim odur ki; yüce Allah, Ashab-ı Kehf’i uykuyla koruduğu gibi, zindanla bizi bu fitne ortamından korudu.

Bu sürecin en güzel meyvesi şu ân elimizde tuttuğumuz Tevhid Dergisiydi. 2011 yılında çıkarmaya karar verdiğimiz, 2012 yılında çıkarmaya muvaffak olduğumuz dergi, bir sancının dış dünyaya yansımış matbu hâlidir.[16] Dergiyi çıkarma nedenlerimizi şöyle özetleyebilirim:

Türkiye’de cemaatlerin kendi müfredatını oluşturma eksikliği var. Genelde tercüme eserler veya yerli müelliflerin eserleri eğitim müfredatı olarak kullanılıyor. Bu durum birçok soruna sebep oluyor. Yazarın öncelikleri, yaşadığı vakıa ve kullandığı örnekler okuyucunun gerçekliğinden farklı oluyor. Bazen yazarın itikadı, fıkhi veya örfi kabulleri okuyucuyu ürkütüyor. İslam’la henüz tanışmış insanların kafası karışabiliyor. Çoğu zaman eğitim müfredatı olarak kullanılan kitaplar okuyucuda istenen etkiyi göstermiyor. İlginçtir; Türkiye’de hocalar kendi okuyup etkilendikleri kitapları yeni insanlara tavsiye ediyor. Onca yıllık eğitimden geçmiş bir hoca için çok önemli bir kitap, ilmî alt yapısı olmayan insanlar için işkenceye dönüşebiliyor. Arapçası devrim niteliğinde bir kitabın Türkçe tercümesi, yetkin mütercimlerimiz elinde anlam bozukluğu ve devrik cümle test sorusu kitabına evrilebiliyor. Bazen tavsiye edilen kitabın hacminden fazla olacak şekilde dikkat edilecekler listesi sunuluyor… Bizim hassasiyetlerimizi gözeten, önceliklerimizi önceleyen ve bize ait gündemle paralel ilerleyen bir müfredat oluşturmak istedik. Tevhid kütüphanesinin süreli yayın ayağını Tevhid Dergisi üstlendi. Allah’a hamdolsun.

Bir yapı olarak kendi gündeminizi belirleyecek araçlara sahip değilseniz, başkalarının belirlediği gündemi takip ediyor, onun arkasında savruluyorsunuz. Çoğu zaman tağutların yaratılış gayesini unutturmak için oluşturduğu suni gündemlerle meşgul oluyorsunuz. Gündemini başkalarının belirlediği bir yapı bireysel ve toplumsal ıslahta rol alamaz; çünkü edilgendir… Aylık gündemimizi belirleme çabasının yazılı ayağını Tevhid Dergisi üstlendi, Allah’a hamdolsun.

İslami mücadelede kendi sesinizi duyuracak kanallara sahip olmak önemlidir. Aksi takdirde sizin adınıza başkaları konuşur, toplum sizi başkalarının ağzından dinler. Çıktığı gün Dergi, sesimizi duyurma sorumluluğunu üstlendi.[17]

Derginin çıkış amaçlarından bir diğeri; Kur’ân’ın metodunu takip ederek sözlü geleneğe tabi bir toplumu, sözlü geleneği koruyarak yazılı geleneğe taşımaktır.[18] Bizler de ilk nesil gibi bir söz toplumuyuz. Avam olarak bizlerin vaaz dinlemeyi, kitap okumaya tercih edişimiz; ilmiye sınıfının yazmaktansa vaaz verme konusunda etkin oluşu bu gerçekliğin kanıtlarındandır.

Bir önceki maddeyle bağlantılı olarak bir diğer düşüncemiz; belirli alanda uzmanlaşan kardeşlerimiz için bir yazı atölyesi oluşturmaktır. Özellikle şer’i ilim okuyan talebelerin yazma pratiği kazanacağı, zaman içinde gelişeceği, bildiklerini yazılı olarak toplumla paylaşacağı bir platform oluşturmaktır. Şu bir gerçek ki; dergi bir okul gibi zaman içinde yazarlarını olgunlaştırır, kalemlerini güçlendirir. İyi yazarların çoğu dergilerde/gazetelerde düzenli yazı yazan insanlardır.

Suriye’de Yaşananlar

Genelde yapı olarak Suriye sürecinde aldığımız tavır takdir ediliyor. Ancak bu, neticeye bakılarak yapılan bir takdirdir. Ben ise sürece odaklanıp bir eleştiri yapmak istiyorum. Umuyorum, bu eleştiri kardeşlerimiz için bir tecrübe olur:

Suriye olayları başladığında İslam coğrafyasının çoğunluğu gibi bizler de heyecanlandık. Zira önce insan, sonra da muvahhid olarak zulmün ve zalimin karşısında; kimliğine bakmaksızın mazlumun yanındayız. Ayrıca Şam topraklarının Allah Resûlü’nün (sav) birçok hadisinde yer alması da bu heyecanın dolaylı sebepleri arasındaydı. Ancak bir gerçekliği unuttuk: Afganistan, Çeçenistan, Bosna ve Cezayir tecrübelerinden farklı olan ne vardı ki bu süreci diğerlerinden ayıracaktı? Körfezin, sermayesiyle müdahil olduğu; gruplar arasında inanç ve metot birliği olmayan; onlarca farklı grubun onlarca farklı hedef uğruna çarpıştığı mezkûr topraklarda olanları daha önce görmemiş miydik? İlginçtir; aynı şeyler, şairin ifadesiyle “fotokopiyle çoğaltılmış hayatlar” gibi, aynı sırayla yaşandı. Grupların birbirine verdiği zarar, Esed’e verdiklerinden çok daha büyük ve tatsız oldu. Allah Resûlü (sav), “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” buyurmuştur.[19] Çünkü vahiy, insanı hem şer’i hem de tarih bilinciyle -ibret/ders aldırarak- eğitiyordu. Ne yazık ki vahyin bilgi ve tecrübe kaynağı olarak önümüze sunduğu tarih şuurundan uzak kaldık. Uzak tarih şöyle dursun, kendi tarihimizden, yaşanılan acı tecrübelerden dahi ders almadık. Ümmet olarak şer’i bilgiyi, tarih şuurunu ve toplumsal yasaları bir kenara bıraktık, duyguların peşinden sürüklendik. Böyle olunca da her on yılda bir, aynı delikten, aynı yılanlar tarafından onlarca kez ısırıldık. Vahiyden yüz çevirdikçe ısırılmaya da devam edecek ümmet!

Suriye olaylarının zirveye çıktığı 2014 yılının temmuz ayında, Tevhid Dergisinin 30. sayısında süreci değerlendiren bir yazı kaleme aldık. “Suriye’de Yaşananların Değerlendirilmesi” başlıklı yazıda;

Suriye sürecine, yaşanan çarpık cemaatleşme anlayışına, inanç ve metot farklılıklarının doğurduğu problemlere ve nihayet bu sahadan uzak durulmasını tavsiye eden konulara temas ettik.

Süreç şu bilgimizi pekiştirdi: Bir dava mutlak surette haklı olabilir. Suriye halkının diktatörlükten/tuğyandan kurtulma isteği ve -bazı grupların- şer’i bir düzen istemesi gibi… Ancak bu haklı dava şer’i bir temel üzere inşa edilmemişse zararı, faydasından daha büyük oluyor. Hem dinî hem de dünyevi kayıplar yaşanıyor. Hangi süreç olursa olsun duyguların; şeriat, tecrübe ve aklın önüne geçmesine engel olunmalı. Zira şer’i bilgi, akıl ve tecrübe; uzun vadeli süreçleri inşa ediyor. Duygular ise saman alevi gibi parlayan kısa vadeli süreçleri…[20]

IŞİD Töhmeti

Açıkçası bu süreçte bizleri ve davet çalışmalarını en fazla yıpratan durum; medyada oluşturulan IŞİD algısıydı. Zira bu süreçte biz inancını ve metodunu tasvip etmediğimiz, mağdurları arasında yer aldığımız bir örgütle itham edildik. Medya eliyle yaygınlaştırılan itham nedeniyle ne olduğumuzu değil ne olmadığımızı anlatmak zorunda bırakıldık. Bir davet çalışması için en büyük afetlerden biri bu olsa gerektir.

Bu töhmeti ilk yayan grup, PKK özelinde sol ve Kemalist medya oldu. PKK’nin domine ettiği sol, solun beslediği Kemalist medya sürecin başat mimarlarıydı. PKK’nin bu algı operasyonuyla hedeflediği üç emeli vardı. Ne yazık ki, sağ ve sol fark etmeksizin T.C.de var olan ahlak fukaralığı ve “çamur at izi kalsın” tutumu nedeniyle başarılı da oldu:

Bizim faaliyetlerimiz üzerinden Ak Parti ile IŞİD arasında bağ oluşturmak. Şöyle ki; bizim çalışmalarımızı gündemleştirerek, Ak Parti; IŞİD vb. yapıların çalışma ve faaliyetlerine izin veriyor algısı oluşturmak istedi. Omurgasızlığı mezhep edinmiş sağcılar üzerinde etkili de oldu. Zira AK Parti bu töhmetten kurtulmak için sorunun kaynağına değil, bizlere saldırmayı tercih etti.

Güneydoğu bölgesinde son on yıldır hızla yayılan tevhid davetini baltalamak, tevhidî söylemleri IŞİD’le ilişkilendirmek. Özellikle çözüm süreci adı altında bölgede estirdikleri vandallık ardından, bu algıyı yaymak için daha çok uğraştılar. Zira Hizbullah Cemaati dışından onlara karşı direnen tek yapı Tevhid ve Sünnet Cemaatiydi. Hem doğuda hem batıda hiçbir tehditlerine pabuç bırakılmadı. Ne yaptılarsa misliyle karşılık aldılar. Tevhid ehli gençlerin sayıca az olmalarına rağmen gösterdikleri dirayetli tutum, nefretlerini körükledi. Onlarca defa kavga, gürültü ve çatışma istemediğimizi, bununla birlikte kuru tehdite pabuç bırakmayacağımızı iletmemize rağmen, tehdit ve saldırılarına devam ettiler. Her seferinde de karşılık aldılar.[21] Bu nedenle Doğu’da oluşan tevhidî muhalefeti kırmak için IŞİD iftirasına sarıldılar. Kobani Olayları nedeniyle IŞİD’e karşı oluşan Kürt halkının nefretini bize karşı kullandılar.

Geçmişte askerî, günümüzde siyasi rakibi olan Hizbullah Cemaatini yıpratmak. Şöyle ki; bölgede en eski ve uzun süreli İslami çalışma yapan camia, Hizbullahtır. Hâliyle İslami çalışmada yer alan tevhid ehlinin, bir şekilde cemaatle ilişkisi olmuştur. Kimi o tabandan gelmiştir, kiminin o yapıda akrabaları vardır… PKK, özellikle Batı dünyasına şu mesajı vermek istedi: Hizbullah; IŞİD ve El-Kaide gibi örgütlere insan temin ediyor, zemin hazırlıyor. PKK’nin Hizbullah nefretini ancak bölgede yaşayanlar bilir!

FETÖ’nün Sürece Dâhil Olması: Van F Tipi

2014 yılında aleyhte propaganda sürecine FETÖ de dâhil oldu. AK Parti ile yaşadıkları kavgada, AK Parti’yi IŞİD/El-Kaide ile özdeşleştirmek için Van’da bir operasyon yaptılar. Bu operasyona bizi, daha önce El-Kaide’den yargılanan iki grubu, İHH yardım kuruluşunu ve AK Parti Van Büyükşehir Belediye Başkan Adayını dâhil ettiler. Bu operasyon MİT tırları operasyonuyla aynı işlevi görüyordu…

AK Parti ne yaptı? Belediye Başkan Adayını henüz evindeyken polislerin elinden aldı, İHH çalışanlarını öğlen gözaltından çıkardı, operasyonu yapan savcı ve TEM’cileri görevden aldı. PKK medyasının manşetleri ve gizli tanık ifadesiyle kalanları tutukladı. İlginçtir; tüm dosyada tek bir gizli tanık vardı. Bu gizli tanık da Belediye Başkan Adayı ve İHH ile ilgili ifadelerini polis zoruyla verdiğini söylemiş. İftiradan ceza aldı. Kalanlarla ilgili tanıklığına dair mahkeme hiçbir işlem yapmadı. Daha ilginç olan şu ki; bizlerle ilgili ifadeleri onlarca somut çelişki barındırıyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi, çok adil bir tavırla kendi adamlarını kurtardı. Bizi de daha sonra görevden alınacak FETÖ’cü hâkimlerin insafına terk etti. Onlar da bizleri tutukladı. Ve iftiracı olduğuna dair mahkeme kararı olan tanıkla ilgili şu âna kadar herhangi bir işlem yapılmış değil… Şaka gibi, ama gerçek; hem de buz gibi bir gerçek!

Daha önce belirttiğim gibi davet açısından bu süreç -zahiren- verimsizdi. Cemaat çalışması açısından da zor bir dönemdi. Zira tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanların kafası karışmıştı. İnsanların ana gündemi; “İslam devleti nedir? Bir insan hilafet ilan ederse halife olur mu? İslam hükümlerinin uygulandığı bir topluma hicret farz mıdır?” gibi sorular etrafında şekilleniyordu. Biz de bu tartışmalara “Suriye’de Yaşananların Değerlendirilmesi” yazısıyla katkıda bulunduk. FETÖ, AK Parti, PKK düşmanlığı yanında bir de IŞİD’in düşmanlığını kazandık. Yorucu, yıpratıcı, zor bir dönemdi… Cemaat ve davet çalışmaları için zor bir dönem olması yanında, şahsi olarak benim için de zor bir dönemdi. Zordu; zira Van Cezaevinde sürekli PKK’lilerin sözlü taciz ve hakaretlerine maruz kaldım. Zordu; zira IŞİD’liler çok ahlaksızca bir tutum sergilediler. Zordu; zira akıl ve muhakemesine güvendiğim çoğu insanın bu süreçte savrulduğunu gördüm. Zordu; zira bazı şeyleri yakınımdaki insanlara anlatmakta dahi zorlandım. Saçımdaki sakalımdaki beyazları ilk defa bu dönemde gördüm.

Bu süreç şer’i bir bilgimi pekiştirdi: İnsan, insandır ve nereye giderse gitsin yaratılışından getirdiği fücuru yanında taşır, fırsat bulduğu ânda da fücur nükseder. Bir ömür boyunca kazandığı ne varsa Mekke’de bırakıp hicret eden insan, Bedir’de ganimet için kavga eder. Bedir’de ganimet fitnesine düşmeyen insan, Uhud’da Okçular Tepesi’ni terk eder. Uhud’u yüz akıyla atlatan insan, Ahzap Günü, üç defa seslenmesine rağmen Allah Resûlü’ne (sav) icabet etmez. Tüm bu imtihanları başarıyla veren insan, Huneyn Günü topukları kalçalarını döverek kaçar… İnsan, insandır. En seçkin liderin en seçkin cemaatinde en seçkin fertlerden de olsa; insan, insandır… Bir insanın bugünkü duruşuna bakarak yarın ne yapacağını kestiremezsiniz.

2014-2015 Süreci

Dokuz ay yattıktan sonra henüz dosya açılmadan, somut bir delil olmadığı gerekçesiyle cezaevinden çıktık. Cezaevinden çıktığıma sevinmedim desem yeridir. Zira büyük bir karışıklığın içine düştüm. 6-8 Ekim olayları sırasında serbest bırakıldım. Bir tarafta PKK tehditleri, diğer tarafta IŞİD tehdit ve hakaretleri, başka bir tarafta insanların tartıştığı ve delile dayalı olmadığı için bir türlü sonlanmayan tartışmalar…

Bu süreçte kafası karışıkları elemek için özel bir program uyguladık ve kısa sürede kafası karışık insanlar doğal yollarla cemaatten uzaklaştı. Biraz sert ve kırıcı oldu, ancak fayda verdi. Aksi hâlde kendi gündemimize dönemeyecek, bir kısır döngü içinde aynı şeyleri tartışıp duracaktık. Bunu göze alamazdık; zira İslam toplumu ilerlemek zorundadır. Yüce Allah’ın değişmez yasalarından biri; ilerlemeyen her şeyin gerileyeceğidir:

“Sizden öne geçmek ve geride kalmak isteyenler için.”[22]

Dikkat edilirse ayette insanlar iki kısma ayrılmıştır: İlerleyenler ve gerileyenler. Buna binaen ilerlemeyen birey/toplum geriliyordur. Gerilemeye neden olan etkenlerden biri; meselelerin sündürülmesi ve konuşup karara varılan meselelerin tekrar tekrar açılmasıdır. Bu durumu yürüyüş meteforuyla açıklayabiliriz: Şayet İslami mücadele hedefe doğru yapılan bir yürüyüşse bir gözünüz arkada, sürekli arkanızı kollayarak yürüyemezsiniz. Arkada olanlarla meşgul olurken önünüzdeki fırsat ve engelleri kaçırırsınız. İslam toplumu bir konuyu tartışır, istişare eder ve bir karar alır. Karardan sonrası yalnızca uygulamadır:

“…(Bir konuda) karar verdiğin zaman Allah’a tevekkül et. (Ve onu uygula. Çünkü) Allah, tevekkül edenleri sever.”[23]

Sahabe (r.anhum) bir defasında bu kuralı çiğnedi. Mekke’de kalıp hicret etmeyen kardeşlerinin durumunu tartıştı. Yüce Allah onları uyardı:

“Size ne oluyor da (hicret etmeyen) münafıklar hakkında (onlar mümin mi kâfir mi diye tartışan) iki gruba bölünüyorsunuz? Oysa Allah onları kazandıklarından dolayı baş aşağı etmiştir. (Yoksa siz) Allah’ın saptırdığını hidayet etmek mi istiyorsunuz? Kimi de Allah saptırmışsa, sen onun için (bir kurtuluş) yolu bulamazsın.”[24]

Dikkat buyurun; yaşadığımız süreçle ayeti kıyaslamıyorum. Sadece ayetin öğrettiği genel menhec kaidesinin anlaşılmasını istiyorum. O da şudur: Hicret kararı verilmiş ve Müslimler Medine’ye hicret etmiştir. Kimi insanlar Mekke’den kopamadığı için imtihanı kaybetmiş ve geride kalmıştır. İslam toplumunun önünde yeni sorunlar, yapılması gereken işler, vakıayı ilgilendiren sorumluluklar vardır. Bugünü bırakıp geride kalmış bir meseleyi tartışmaları kınanmıştır.

Doğuda Yaşayan Kardeşler

Mutlaka zikredilmesi gereken bir diğer nokta; bu süreçte Diyarbakır ve Van’daki kardeşlerimizin duruşuydu. Kadını, çocuğu ve erkeğiyle çok ağır bir sınav verdiler. Elhamdulillah, yüzümüzü ağartacak bir direnişle mücadele ettiler. Evleri, işyerleri, mescidleri saldırıya uğradı. Çoğu işini kaybetti… Bir kısmı öz aileleri tarafından dışlandı, sosyal boykota uğradı. Zira PKK, yalnızca bizimle uğraşmadı. Toplumun bizlere boykot uygulaması için de baskı yaptı. Yakalanan PKK’lilerin üzerinde bu kardeşlerimizin ev ve işyeri adresleri çıktı. Bunca baskıya rağmen, alınan cemai kararlara sahip çıktılar ve sonunda saldırganlar geri adım atmak zorunda kaldı. Her birini ayrı ayrı tebrik ediyor, onlarla onur duyuyoruz. Rabbim rahmetiyle muamelede bulunsun. Onlar tevhid ehlinin yüzünü ağarttığı gibi Allah da (cc) onların yüzlerini aydınlık kılsın hem dünyada hem ahirette…

2015-2016 Süreci

Hamdolsun; tüm zorluklarına rağmen, bu süreçte güzel gelişmeler oldu. Cemaat ve davet çalışmaları aksasa da kardeşlik, dayanışma ve safları temizleme konusunda güzel mesafeler katettik. Olası bir iç kargaşada yaşanması muhtemel zorluklara dair, pratik tecrübe kazandık. Bu tip durumlara karşı olumlu ve olumsuz yönlerimizin farkına vardık. Bir okul olan İslami mücadele, bu süreçte de bizleri eğitti, yeni ve faydalı tecrübeler kattı.

2015 yılının temmuz ayında yeni bir operasyona maruz kaldık. Ahlaksız sol ve Kemalist medya, omurgasız sağ siyaset eliyle yeni bir süreç başladı. Bayram namazı hutbesinde zulme teşne iktidarı Allah (cc) ve Ahiret Günü’yle uyardık. Ki, İslam davetçilerinin bir görevi de uyarmak ve müjdelemektir. Ne ki ahlaksız medya bu hutbeyi çok farklı bir dille haberleştirdi. Konuşmayı dinlememiş sulh hâkimi, sol ve Kemalist medyanın attığı başlığa dayanarak bizleri tutukladı. Bu tutukluluk bir dönüm noktası oldu kanaatimce. Medyadaki vicdan sahibi insanlar ilk defa, dosyalar ile iddialar arasında en küçük bir bağ olmadığını fark etti. Bu bir kıvılcımdı. Bugüne kadar sağ ve sol kesimden vicdan sahibi insanların; dosyaları incelemesi ve adil şahitlikte bulunmasının temelleri o gün atılmış oldu. Her işte bir hayır vardır!

Sanıyorum bizlerin de en rahat geçirdiği tutukluluk süreci, bu dönemdir. Zira ilk defa bu kadar kalabalık insan bir arada kaldık. Daha önce en fazla üç kişi bir arada kalmışken; 2015-2016 tutukluluğunda bazı odalarda dört, bazı odalarda on kişi bir arada bulunduk. Bunun ne büyük bir nimet olduğunu yaşayanlar bilir.

Sürecin benim açımdan iki özel yanı vardı: İlki, eşim gebeydi ve bir çocuk bekliyorduk. İkincisi, tutukluluğun son iki ayında güvenlik gerekçesiyle beni şu ân kaldığım tipsiz cezaevine sevk ettiler ve bundan sonra tek kalacağımı söylediler.

Aynı zamanda bu süreç, bir diğer dönüm noktasının başlangıcı oldu. Şöyle ki; daha önce, İslami davadan esir düşenler saygı görür, zindanda bir ağırlıkları olurdu. Bunun temel nedeni İslami davadan yatan insanların cezaevlerinde bıraktığı olumlu izlenimlerdi. Her ne kadar 2007 sonrası yeni nesil tutuklular bu algıyı zedelese de cemaat ahlakıyla hareket edenler o saygıyı görmeye devam ediyorlardı. Ancak 2015 sonrası ikinci yeni neslin tutuklanmaya başlamasıyla beraber, ciddi sıkıntılar baş gösterdi. Kendisine, kardeşlerine ve davasına saygısı olmayan ve neredeyse yarıya yakını itirafçı olan bu güruh; tevhide, İslam’ın şiarlarına ve Müslimlere karşı saygıyı yerle bir etti. Söylediği hiçbir şeyi yapmayan, görüş cezası tehdidiyle geri adım atan, sigara için kavga çıkaran… insanlara kim saygı gösterir ki? Elbette yeni nesil tutuklular arasında tevhidin izzet ve ahlakını temsil edenler de vardı. Ancak bu insanlar azınlıkta kaldı ve sürecin mağduru oldular.

Daha önce tevhid inancı ve İslam şiarıyla gördüğümüz doğal saygı; artık mücadele ederek, hak arayarak, ses çıkararak elde edilmeye başlandı. Ki son süreçte cezaevlerinde cemaat olarak yaşadığımız sorunun ana nedeni, zulme ve zorbalığa teslim olmayacağımızı göstermemizdi. Hamdolsun; Allah’ın (cc) yardımıyla muvaffak olduk. Hamd ve minnet Allah’adır.

2016-2017 Süreci

2016 yılının mart ayında tahliye olduk. Bizim açımızdan yeni, aydınlık bir süreç başlamış oldu. Davetin ve cemaat çalışmalarının en bereketli olduğu yıl, 2016-2017 yılları arasıdır, diyebilirim. Tam anlamıyla davet ve eğitim faaliyetlerine yoğunlaştık. Kendimizi daha iyi anlatma fırsatı bulduk. 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi, sistemin önceliklerini değiştirdi. Sistem tarafından takip ve taciz edilmediğimiz -zira darbecilerle meşgullerdi- bir yıl geçirdik. Tabii, arada bazı engellemeler ve tacizlerle karşılaşmadık değil[25]; ancak önceki süreçlere kıyasla bunları zikretmeye dahi değmez.

Hamdolsun; bu süreçte davetin asıl muhatabı olan topluma, farklı kanallardan ulaşmaya başladık. Aynı zamanda tevhid ehlini yine tevhid ehlinden tanımaları için, her camianın vicdan sahibi insanlarıyla diyalog kurma çalışmaları başlattık. O gün bir proje olarak başlayan çalışma, bugün çok daha etkin ve kapsamlı olarak sürüyor.

Benim açımdan bireysel olarak bu sürecin en güzel hadiselerinden biri Ferid Aydın Hoca’yla tanışmaktı. İlahi kaderin sevkiyle tanıştığım Hocamızdan çok istifade ettim. İlim, ahlak, -bu toprakların ilim adamlarında kaybolmaya yüz tutmuş- kültür ve zarafet/estetik; Hocanın şahsında toplanmıştır. Pek çok dil bilmesi, ilgi alanlarının çeşitliliği, kalemle terbiye edilmiş düşünce yapısı[26], ileri yaşına rağmen çalışma azmi, vaktini kullanmadaki disiplini ve tüm toyluğumuza rağmen bize gösterdiği engin hoşgörü ve tevazu… Bunlar Ferid Aydın Hoca’nın ceffelkalem yazılabilecek bazı sıfatlarıdır. Hiç şüphesiz Hocanın, benim gibi bir ilim talebesinin şahitliğine ihtiyacı yoktur. İlmi ve ortaya koyduğu sayısız eser, onun en hayırlı şahididir. İlim talebelerine örnek olması açısından şunu söyleyebilirim: Hocayla yaptığımız oturumların büyük çoğunluğunda not tutmak durumunda kalmıştım. Zira Hocanın her söylediği not alınacak, üzerinde çalışılmayı hak eden, inci mesabesinde bilgilerdi. Allah (cc) hayırlı, sağlıklı, uzun ömür ihsan etsin.

2017 ve Sonrası

Zaman böyle ilerlerken 2017 yılının Ramazan ayında operasyona maruz kaldık. Sakarya merkezli operasyonda gözaltına alındık ve tutuklandık. O tarihten bu yana -üç buçuk yıldır- tutukluluğumuz devam ediyor. Bu süreçte yaşanan hukuksuzluklar peş peşe ve aleni oldu. Her bir hukuksuzluğa dair özel çalışma yapıldı. Hâliyle hususi bir değerlendirme yapmak lüzumsuz, malumun ilamı olur.

Bu sürecin en hayırlı yönü düzenin, Kemalistlerin ve sufilerin sistemli saldırıları ve iftiralarına rağmen daha fazla insanın uyanmasına vesile olmasıdır, diyebilirim. Bu uyanış iki kısımdır: İlki; tevhid davetine gönül veren insanların sayısındaki artıştır. Hamd ve minnet Allah’adır (cc). Yapılan aleni zulümler birçok insanın tevhidi araştırmasına, önce tevhidi kabul etmelerine, sonra tevhid davasına omuz vermek için bizimle aynı safta yer almalarına vesile oldu.

İkincisi; farklı camialardan vicdan sahibi insanların aleni zulümler karşısında dosyaları incelemeleri ve adil şahitlikte bulunmalarıdır. Bu, değişmez bir yasadır: Zulüm, temiz vicdanları uyandırır ve harekete geçirir.

Son olarak kardeşlerime önemli bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: İslam’a gönül vermiş her insanla ilgilenmeli; genel eğitim yanında birebir eğitim vererek gelişmesine katkı sağlamalıyız. Ancak bir gerçekliği unutmamalıyız: En az üç yıllık -belirlenmiş- eğitim sürecinden sonra açık ve kesin kararlar verebilmeli, bazı sıfatlara sahip insanlarla yollarımızı ayırabilmeliyiz. Zira bazı karakterler yolun tabiatına uygun değildir. Islah veya bertaraf edilerek çözüm üretilmezse yolu uzatan, yolcuları yoran ve geriden gelenlere kötü örneklikle zarar veren “unutulmuş serseri mayınlara” dönüşürler. Düşmanların davaya verdiği zarardan daha büyük zarar verirler. Peki, kimdir bu insanlar?

Değişime kapalı, kendi doğruları olan, alışkanlıklarıyla mutlu, donuk fikirli, önyargılı… insanlar.

Bireysel davranan, menfaatleri söz konusu olduğunda tüm değerleri çiğneyebilen, kurallardan rahatsız olan insanlar.

Dünya malına ve ailesine aşırı bağlı, öncelikleri ailesi ve malı olan, bu ikisi için itikadi ve menhecî kabullerinden taviz verebilen insanlar.

Aşırı konfor düşkünü, sabit alışkanlıkları/bağımlılıkları olan, insanı değersizleştiren bağımlılıklar/alışkanlıklar için incinen ve incitebilen insanlar.

Kendilerine ait gündemleri olan, fizikî mekânı kardeşleriyle paylaşsa da ruh/akıl/duygu olarak farklı mekânlarda, farklı meselelere ilgi duyan insanlar.

Kibirlerini yenemeyen, uyarılmaktan ve nasihatten rahatsız olan, alçak davranışlar sergilemesine rağmen takdir bekleyen, kendisinde olmayan sıfatlarla övünen ve tüm bunların doğal sonucu olarak sürekli kendisiyle ilgili bahane üretip başkalarını suçlayan insanlar.

Korkularını terbiye edemeyen, çevresine korku aşılayan, imtihan olmak istemeyen -her birimiz Allah’tan afiyet istiyoruz, ancak imtihan, tevhidî mücadelenin olmazsa olmazıdır-, hiç imtihan olmayacakmış gibi planları olan, içinde bulunduğu mücadelenin tabiatını kavramaktan aciz insanlar…

Burada yanlış anlaşılmamak için bir vurguda bulunacağım: Söylediğim özellikler insan olmamız hasebiyle her birimizde mevcuttur. Yine saydığım özellikler en iyilerimizde bile zaman zaman nüksedebilir… Kendimizi ıslah etmemize rağmen hiç ummadığımız bir yerde ayağımızı kaydırıp bizi düşürebilir… İnsanız, hata ve günah; yeme içme ve nefes alma gibi varlığımızın bir parçasıdır. Kastımız; bu özellikleriyle mutlu, bunları değiştirme niyeti olmayan, değiştirme/ıslah girişimine tepki gösteren, bu hasletlerini yaşam standardı hâline getiren insanlardır. İnsan olması hasebiyle yer yer mezkûr özellikleri sergileyen insanlar ile bu özellikleri yaşam pratiğine dönüştürmüş insanlar; eğitim ve birebir ilgilenmeyle açığa çıkar. Sonrası karar vericilerin akıl, duygu ve İslam’ın ıslah menheci hususundaki dengesini iyi kurmalarına kalmıştır.

Konuya dair bireysel bir gözlemimi paylaşmakta yarar görüyorum: Son yüzyılda, dünyanın birçok yerinde nitelikli İslami hareketler zuhur etti. Büyük işlere imza attılar ve güzel hizmetler yaptılar. Ancak bir noktadan sonra bireysel ve toplumsal ıslahta gerilemeler yaşadılar ve mücadelede mevzi kaybettiler. Zahirî sebeplere baktığımızda bunun nedeni; uğradıkları imtihanlar, gördükleri baskı ve engellemeler, öncülerin hapsedilmesi veya vefatı gibi görünüyor. Ancak gerek birebir yaptığımız görüşmeler gerek okuduğumuz mücadele tarihi ve anı kitapları, asıl sorunun cemaatlerin iç işleyişi olduğunu gösteriyor. Şöyle ki; arkalarında çözmedikleri sorunlar ve sorunlu insanlar biriktiriyorlar. Bir yerden sonra bu sorunlar ve sorunlu insanlar öyle büyüyor ki; bellerini büküyor, yürüyecek takat bırakmıyor. Sorunlara teksif ettikleri enerji, geriden gelen yeni insanlarla ilgilenmelerine engel oluyor. Oysa bir yapıyı genç ve diri tutan temel etken, geriden gelen nitelikli insanlarla kan tazeleyip hücre yenilemesidir. Geriden gelenlerle ilgilenilmez, tüm enerji kronik rahatsızlıklara harcanırsa yüce Allah’ın doğada yarattığı kanunlar işler; yaşlanır ve ölürler… Hiç şüphesiz bireylerin bir ömrü olduğu gibi ümmetlerin de bir ömür vardır. Vade tamamlandığında ümmetler hayat/mücadele sahnesinden çekilirler. Ne tedbir alırlarsa alsınlar; yüce Allah’ın sünnetini değiştiremezler. Bizlerin de sünnetullaha kafa tutmak gibi bir düşüncesi veya böyle bir derdi yoktur. Öyleyse derdimiz nedir? Bir topluluk olarak bize bahşedilen mücadele ömrünü güzel, sağlıklı, faydalı ve bereketli şekilde; tevhid ve sünnet üzere tamamlamaktır. Hepsi bu, ötesini ummak beyhude bir beklenti olacaktır. “Def-i mefsedet, celbi maslahattan evladır.”[27] kaidesince, önce zararın defedilmesine dair tavsiyede bulundum. Bir de faydayı elde etmek babından bir tavsiyede bulunmak istiyorum: Tevhid davasının nitelikli insanlara ihtiyacı vardır. Zira nitelik, İslami bir eğitim ve dava bilinciyle birleştiğinde, temsil edilen davayı güzelleştirir, kalite katar. Bu nedenle nerede nitelikli, bu davaya fayda sağlayacak insan varsa onlarla ilgilenin, davanıza katmaya gayret gösterin. İnsanlarla ilgilenmeye ayırdığınız zaman sermayesini dikkatli kullanın. Davanın ihtiyaç ve önceliklerini belirleyin. İnsanlarla bu öncelik ve ihtiyaçları gözeterek ilgilenin. Allah Resûlü’nün (sav) şu iki uyarısını aklınızdan çıkarmayın:

“İnsanlar yüz devenin olduğu bir topluluk gibidir. Neredeyse (uzun yola dayanıklı) bir binek bulamazsın.”[28]

“İnsanlar madenler gibidir. Fıkıh/Anlayış sahibi olurlarsa İslam’da en hayırlı olanları, cahiliyede de en hayırlı olanlarıdır.”[29]

Birinci hadis, nitelikli insanların sayıca az olduğunu, kendileriyle yol yürünecek değerli insanların yüzde bir, belki daha az oranda bulunduğunu belirtiyor ve dolaylı olarak seçici olmayı tavsiye ediyor. Mesele; beraber uzun yol yürüyeceğimiz nitelikli insanları tespit etmektir. İkinci hadis ise, cahiliyede kumaşı kaliteli insanların İslam’da da kaliteli insanlar olduğunu vurguluyor. Yani; derin anlayış -fıkıh- sahibi müşrikler, İslam’ı kabul ettiklerinde onu güzelce anlıyor, bilinçli bir Müslim oluyorlar. Cahiliyeden getirdikleri akıl, irade ve ahlak gibi hasletler; kavradıkları İslam’ı güzel şekilde yaşayıp temsil etmelerine vesile oluyor.

Nitelikli insanları arayıp bulmalı, onlarla ilgilenerek niteliklerini İslam için kullanmalarını sağlamalıyız. Nitelikten kastım; hangi alanda olursa olsun “güzel” sıfatlara sahip olmaktır. Güzel ahlak, bir alanda uzmanlık, tevazuyla birleşmiş soyluluk, cömertlikle birleşmiş zenginlik, akılla birleşmiş cesaret, ölçülülükle birleşmiş hitabet… gibi aklımıza gelebilecek her türlü güzel hasletlerdir.

Kitap Çalışmalarına Dair

Mektup yazan kardeşlerimiz, hâlihazırda sürmekte olan kitap çalışmalarını soruyorlar. Uzun zaman önce İlmihâl’in ilk iki cildini ve dört ayrı kavram kitabını kardeşlere teslim ettim. Şu ânda İlmihâl’in üçüncü cildini hazırlıyorum. Üçüncü cildin ilk yarısı (Zekât ve Hac) yeni yılla birlikte bitti. Şubat ayında ikinci yarıyı (Oruç ve Cenaiz) hazırlamaya başlayacağım.

Şimdilerde İlmihâl dışında iki ayrı kitap üzerine çalışıyorum. Sizlerden de dua bekliyorum. Biri, yazı içinde de temas ettiğim cezaevi imtihan sürecini anlatan çalışma; diğeri ise uzun soluklu bir proje, “öze dönüş” serisi. Hazırlığını yaptığım bölüm; bu seriye mukaddime olacak “Neden ve nasıl öze (vahye) döneriz?” sorusunun cevabı. Umuyorum Allah (cc) muvaffak kılar, hayrı kolaylaştırır.

Son Söz Yerine

Tevhid Dergisinde emeği geçen tüm kardeşlere teşekkür ediyorum; Allah (cc) razı olsun. Sevdiği ve razı olduğu amellere muvaffak kılsın. Salih amellerde sebat ve istikrar nasip etsin.


[1] .İstanbul’a yerleştiğim ilk yıl, komşum olan Müslim üç (öz) kardeşin çok yardımını, desteğini gördüm. Hem kendileri hem de aileleri bu süreçte büyük fedakârlıklar yaptılar. Bugün farklı sebeplerle aramızda olmasalar da, yaptıkları fedakârlıklar aramızda yaşıyor. Özellikle gençlere yönelik programlarda çoğu zaman bireysel fedakârlıklarla yanımda durdular. Allah (cc) razı olsun.

[2] .Sevban’dan (ra) şöyle rivayet edilmiştir: “Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: ‘Yakında kâfir millet ve toplumları, yemek yiyenlerin sofra etrafında toplandıkları gibi sizinle savaşmak için birleşip toplanacak.’ Bir kimse, ‘O gün biz sayı olarak az mı olacağız?’ diye sordu. Resûlullah ise, ‘Hayır, siz o gün kalabalık ve çok olacaksınız, fakat selin önündeki çer çöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hisssini söküp çıkaracak ve sizin gönlünüze de vehn atacaktır.’ buyurdu. Yine bir kimse, ‘Vehn nedir, ey Allah’ın Resûlü?’ diye sorunca Resûlullah, ‘Vehn, dünyayı aşırı sevmek ve ölümden hoşlanmamaktır.’ buyurdu.” Ebu Davud, 4297)

[3] .Şüphesiz ki biz; göklere, yere ve dağlara emaneti (şer’i sorumluluğu/irade ve mükellefiyeti) teklif ettik. Onu yüklenmekten kaçındılar. Ve ondan endişeye kapıldılar. (Ama) insan onu yüklendi. Çünkü o, pek zalim, pek cahildir. (Bu teklif) Allah’ın münafık erkek ve münafık kadınlara, müşrik erkek ve müşrik kadınlara azap etmesi; mümin erkek ve mümin kadınların da tevbelerini kabul edip (onları bağışlaması) içindir. Allah (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir. (33/Ahzâb, 72-73) bkz.

[4] .”… Ve insan zayıf olarak yaratıldı.” (4/Nîsa, 28)

[5] .Böylece erkek, kadını eve hapsetmiş ve onu İslami mücadeleden uzak tutmuştur.

[6] .Devletin vatandaşı, zenginin fakiri, sağlıklının engelliyi, erkeğin kadını, erkek ve kadının elbirliğiyle çocuğu ezmesi; ilkel ve modern cahiliyenin değişmez karakteridir.

[7] .Aslında bu durum Türkiye’de çokça karşılaşılan bir problemdir. Genelde cemaat çalışması yapanlara bakın; doktordur, mühendistir, tüccardır… Çalışmada vitrin olarak kullanacakları bir ilim adamına ihtiyaç duyarlar. Şayet o ilim adamını kullanıp yönlendirebilirlerse ne âlâ, aksi olduğunda ise hocaların İslami çalışmaya uygun olmadığından yakınırlar. Doğrudur; Türkiye’de hocalar -istisnalar olmakla birlikte- Cumhuriyet Dönemi’nden kalma bir korku ve zilletin vârisleridir. Dini ekmek kapısı edinirler. Sıra kitaplarını okuduktan sonra ilmî anlamda emeklilik süreci yaşar, ancak dünyadaki saygın âlimlerin gördüğü muameleyi görmek isterler. Kültürlü bir genç dahi birkaç kitap karıştırarak, herhangi bir konuda en az onlar kadar malumat sahibi olabilir. Tüm bu olumsuz sıfatlarıyla İslami bir çalışma için uygun değillerdir. Bu, bir vakıadır. Ancak sorunun nedeni ülkedeki kısır döngüdür. Kullanabildikleri sürece el üstünde tutulan hocalar, kullanılmadıkları yerde karalanmaktadır. Oysa hocaların topluma karşı sorumlulukları olduğu gibi toplumun da hocalara karşı sorumlulukları vardır. Hocalarda bulunan mezkûr eksikliği gidermek için İslami topluluklar ıslah çabası içinde olmalıdır. Aksi hâlde gerek tağutların güdümündeki akademi gerek geleneğin zaaflarıyla malul medreseler, İslam’ın ruhuna uygun olmayan mekânlardır ve gayri İslami insan tipi yetiştirmektedir, Allah’ın rahmet ettikleri müstesna.

[8] .Bu bölümü uzunca anlatmamın nedeni; diğer operasyonları anlatırken tekrara düşmeme isteğimdir.

[9] .27/Neml, 45

[10] .Tevhid daveti şirkin karşısına çıktığı ânda aralarında husumet baş gösterir. Bu düşmanlık, davetçinin ya da müşriklerin sert-yumuşak, medeni-bedevi, anlayışlı-despot olmasıyla ilgili değildir. Hak ve batılın tabiatlarında var olan zıtlık ve uyuşmazlık sebebiyledir.

[11] .Kitabın 2018 sonrasında yapılan yeni baskılarında F. Gülen’e dair eleştirileri iki nedenle kitaptan çıkardık. İlki; bizim eleştirdiğimiz dönemde güçlüydü ve toplum üzerinde etkisi vardı. Bugün ise hem zayıf hem de toplum üzerinde bir etkisi kalmadı. Bir diğer neden; Türkiye (f)ilim adamlarında yaygın olan nifak ahlakına karşı tavır almaktı. 15 Temmuz Değerlendirmesi seminerinde de anlattığım gibi; güçlüyken F. Gülen’e övgüler düzenler, iktidarla girdiği kavgayı kaybettikten sonra, eleştiri yarışına girdiler. İlginçtir; dün övgüde ölçüsüz olanlar, bugün yergide ölçüsüz davranıyorlar. Hiç şüphesiz bu, Kur’ân’ın münafıkları tanıtmak için verdiği bir kıstastır. Onlar izzeti güçlünün yanında arar, mühür kimdeyse onun elini eteğini öperler: “Münafıklara, kendileri için can yakıcı bir azap olduğunu müjdele! Onlar ki müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet mi arıyorlar? Hiç şüphesiz, izzetin tamamı Allah’a aittir.” (4/Nîsa, 138-139)

Seminer linki: https://tevhiddersleri.org/kategori/guncel/gundeme-bakis/15-temmuz-olaylari-uzerine-bir-degerlendirme (ET: 21.02.2021)

[12] .Halis Bayancuk’un internet ortamında yayınlanan Tevhid Davasına Zarar Veren Münafıklar başlıklı videoda “İslama en büyük zararı Kafirleri, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinenlerin, münafıkların verdiğini ve bunun günümüzdeki örneğinin Dinler arası diyalog adı altında İslama millete hizmet ettiğini düşünenler tarafından gerçekleştirildiği” şeklinde konuşmalar yaptığı…

[13] .Hizbullah Cemaatinin öncülerinden İsa Bağasi, bu süreci “Kendi Dilinden Hizbullah” isimli kitabında yazdı; dileyen oradan okuyabilir.

[14] .Cezaevi süreçlerine dair detaya girmeyeceğim. Bunun iki nedeni var:

a. 100. sayıyı hazırlayan kardeşler; benden davet süreçlerini, karşılaşılan zorlukları ve güzel gelişmeleri yazmamı istedi.

b. 2020’nin Mart ayından bu yana cezaevi süreçlerini anlatan bir çalışmaya başladım. Hamdolsun; 2008-2009 sürecini bitirdim. Şu ân yaşamakta olduğum üç buçuk yıllık süreci yazdım, yeni gelişmeleri yazmaya devam ediyorum. Fırsat buldukça -her gün yarım sayfa veya bir sayfa şeklinde- 2011-2013, 2014 ve 2015-2016 süreçlerini yazacağım Allah’ın izniyle. Sizlerden de dua beklerim.

[15] .Güncel İtikad Meseleleri, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s. 12-14

[16] .Dergiyi çıkarma nedenlerimizi yazmadan önce bir noktanın altını çizmek istiyorum: Tevhid Dergisi umuma yönelik düşünülmüş bir dergi değildir. Ne dergiyi çıkardığımız yıl ne de bugün, toplumun tüm kesimlerine hitap edecek yetkinlikte ve durumdayız. Böyle bir kadro oluşturma azmindeyiz ve Allah’ın izniyle bunu başaracağız, hiç şüphem yok. Ne ki kendi gerçekliğimizin farkında olmak, ayağımızı yorganımıza göre uzatmak ve yapıyor olduklarımızı abartıp yapmamız gerekenlere engel oluşturmamak için, bu gerçekliği göz önünde bulundurmalıyız. Zira bazı arkadaşlarımızın yaptıklarımızdan memnun olduğunu; tevhidî camiada hayırda yarışacak insanların olmamasını, “ulaşılabilecek son noktaya” varmışız gibi değerlendirdiğini görüyorum. Şu unutulmamalı: Biz daha yolun başındayız! Evet, yolun başı için başarılı kabul edilebiliriz. Ancak önümüzde uzun bir yol, gerçekleşmesi gereken sayısız proje vardır ve her şeyden önce kendimizi yetiştirme azmi olmalıdır.

[17] .Geldiğimiz noktada bir gerçekliğin farkındayız: Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla yazılı matbuat -buna dergiler de dahildir- etkisini yitirdi. Dün ise durum farklıydı; Derginin çıktığı tarihlerde sosyal medya çok yeniydi ve yazılı matbuat hâlâ etkin bir iletişim aracıydı. Değişime açık bir yapı olarak, zaman içinde sosyal medyayı kendimizi ifade aracı olarak öne çıkardık. Gelinen noktada Dergi, daha çok tevhid ehline yönelik faaliyetlerini sürdürüyor. Allah (cc) muvaffak kılar da başlamış olduğumuz yapay zeka projesini tamamlarsak, tevhid davetinin müstesna bir ufka erişeceğine inanıyorum.

[18] .Arap toplumu -tüm Doğu toplumları gibi- sözlü bir geleneğe sahipti. Söz, duygulara hitap edip ânlık etkiler oluştursa da düşünceye hitap eden ve karakter inşa eden yazı kadar kalıcı etkiye sahip değildi. Ayrıca yazıya dayanmayan söz, derinlik kazanmadığından şekilsel kalıyordu. Vahiy, ilahi kelamın yazılmasını emrederek; kaleme, yazdığına ve yazılan materyale yemin ederek; sahife ve kitaplardan bahsederek… İslam toplumunun dikkatini yazıya çekti. Böylece söz ve yazı birbirini besleyen, aklı ve duyguları aynı ânda yönlendiren inşa edici bir eğitim metoduna dönüştü.

[19] .Buhari, 6113; Müslim, 2998

[20] .Allah (cc) doğrusunu bilir; bugün yaşanan hadiseler yakın dönemde Çin, Kafkasya ve İran bölgesinde sıcak bir sürecin başlayabileceğini gösteriyor. Başta ABD olmak üzere Batı, Doğu Türkistan üzerinden Çin’e yönelik adımlar atmış, pandemiyle beraber süreç kesintiye uğramıştı. Temennim; Çin, Rusya ve İran’a yönelik başlayacak bir süreçte Suriye’nin ibret olması, mazlum toplumların zalim tağutlara karşı haklı davaları ve şerefli mücadelelerinin dış aktörlerin yanlışlarıyla akamete uğramamasıdır. Hakikat şu ki; temenniler, somut gerçekleri değiştirmez. Somut gerçekliği değiştirecek şey, yaşananlardan ders almaktır.

[21] .Sürecin detayları için bk. Ehl-i Tevhid’in İmtihanı: Çözüm Süreci, Başyazı, Tevhid Dergisi, S 33

[22] .74/Müddessir, 37

[23] .3/Âl-i İmran, 159

[24] .4/Nîsa, 88

[25] .Ankara iftarının ve Ankara’daki bir pazar sohbetinin engellenmesi, engellemelere karşı yaptığım konuşma nedeniyle bir hafta gözaltında tutulup serbest bırakılmam vb.

[26] .Sözlü geleneğin âlimleri, düşüncelerini kalemle terbiye etmediklerinden düşünme, konuşma ve amel anlamında dağınıklardır.

[27] .Zararın defedilmesi, faydanın elde edilmesinden önceliklidir.

[28] .Buhari, 6498; Müslim, 2547

[29] .Buhari, 3353; Müslim, 2378

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver