Coğrafya Diyor Ki

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…

Allah subhanehu ve teâlâ insana vahiyle yol göstermiş, onu karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştır.[1]

Vahiy, kimi zaman ‘doğru budur’ şeklinde açık ve net mesajlarla insanları hakka yönlendirirken bazen de insanı düşünmeye ve ibret almaya davet etmiştir. Kur’an-ı Kerim ayetleri arasında çokça rastladığımız: ‘Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri/basiret ehli/şükreden/iman eden/bilen/çokça sabreden ve çokça şükredenler/düşünen/dinleyen/yakinen inananlar için ayetler vardır.’ tarzındaki ayetler, insanı düşünüp tefekkür etmeye, sebep-sonuç ilişkisi kurup ibret almaya davet eden ayetlerdir. Ayetlerin bitiş cümleleri ise önemli bir mesaj taşımaktadır. Her insanın değil, insan olmanın yanında artı özellikleri taşıyanların, ibretlik vakalardan dersler çıkarabileceğine işaret edilmiştir.

Allah Neyi Düşünmemizi İster?

Kur’an’ın düşünülmesini istediği şeyleri üç ana kategoriye ayırabiliriz:

a. Kevnî ayetler: Allah’ın kâinatta yarattığı, O’nun subhanehu ve teâlâ

b. Şer’i ayetler: Allah’ın subhanehu ve teâlâ

c.

Bu yazıda üçüncü kısmı esas alıp bir değerlendirme yapacağımız için konuyu biraz daha açalım:

Bedir savaşı yaşandığında Allah subhanehu ve teâlâ şu ayeti indirmişti:

“(Bedir gününde savaşmak için) karşı karşıya gelen iki toplulukta (dersler çıkaracağınız) ayet/ibret vardır. Bir grup Allah yolunda savaşıyordu. Diğeriyse kâfirdi ve (müminleri) çıplak göz ile kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah yardımıyla dilediğini destekler. Şüphesiz ki bunda, (çokça Kur’an okuyup, Allah’ın şer’i ve kevni ayetleri üzerinde kafa yordukları için) basiret sahibi olanlara ibretler vardır.” [2]

Allah, basiret sahiplerinin bu olaydan dersler çıkarmasını, hadiseyi ve neticelerini idrak edip neticeye uygun tutum ve davranışlar sergilemelerini istiyordu. Ticaret yapan insanlar yolculukları esnasında farklı mekânlardan geçiyor, farklı beldeleri görüyorlardı. Yüce Allah, şu ayetlerle insanlığa nasıl bir yolculuk, seyir ve müşahede hâlinde olmalarını öğretti:

“Muhakkak ki Lut da gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani onu ve ailesini topluca kurtarmıştık. (Helak olmak için) geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın hariç. Sonra diğerlerini yerle bir etmiştik. Siz sabah vakti onlara uğrayıp geçmektesiniz. Gece vakti de… Akletmez misiniz?” [3]

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Kur’an’da helak oluşları anlatılan ‘Hicr ashabı.’ [4] yurdundan geçerken öylesine bir geçiş olmasına razı olmamış, yıkıntılardan ibret alınmasını istemişti.

“Bu kavmin (viranelerine) ağlayarak giriniz. Şayet ağlayamıyor (ibret alıp, etkilenmiyorsanız) oraya girmeyin. Onların başına gelenin sizin başınıza gelmesinden (korkarım).” [5]

Bu girişten sonra; sorulması elzem bir soruyu sormak istiyoruz. Coğrafyamızda yaşanan savaşlar, oluk oluk akan kan, yıkılıp viraneye dönmüş şehirler, evlerinden yurtlarından edilen milyonlar, hiçbir ilke ve değere dayanmayan günübirlik dostluk ve düşmanlıklar ne anlatıyor? İbret almak isteyen akıl sahipleri bu yaşananlardan ne tür dersler çıkarmalı?

Görmek, duymak, hissetmek ve öğrenip tecrübe kazanmak isteyenlere çok şey anlatıyor yaşananlar. Biz, Allah’tan subhanehu ve teâlâ yardım isteyerek önemli olduğuna inandığımız bazı dersleri kardeşlerimizle paylaşmak istiyoruz.

Allah subhanehu ve teâlâ günahları sebebiyle toplumları helak eder.

“Her birini günahları sebebiyle yakalayıverdik…” [6]

“Onları günahları sebebiyle helak ettik…” [7]

Günahkâr birey ve toplumlar Allah’ın subhanehu ve teâlâ katında değersizleşir. Semada kaybedilen değer, yeryüzüne akseder. Artık toplum, değersizler toplumudur. Birbirlerine kıymet verip sevip saymadıkları gibi dünya devletleri gözünde de kıymet ve izzetlerini yitirirler.

Tevbe ve hallerini ıslah ederek Allah’a yönelmedikleri takdirde Allah subhanehu ve teâlâ onları cezalandırır. İnsanı değerli ve onurlu kılan din, can, mal, namus ve akıl emniyetini çekip alır. Ya grup ve fırkalara bölünüp birbirlerine musallat olurlar ya da harici bir düşmanın istilasına maruz kalırlar.

“De ki: ‘O, size üstünüzden ve altınızdan bir azap göndermeye ya da sizleri (farklı ve zıt düşüncelere sahip) gruplara bölüp bir kısmınızı diğer bir kısmınızın baskı ve sıkıntısını tattırmaya kadirdir. Bak, anlasınlar diye nasıl da ayetlerimizi çeşitli şekillerde açıklıyoruz.” [8]

“Allah bir beldeyi örnek verdi. Onlar güven ve huzur içinde (yaşar) rızıkları kendilerine her taraftan bolca gelirdi… Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Yaptıkları (nankörlüğe) karşılık Allah onlara korku ve açlık elbisesini (giydirip iliklerine kadar hissedecekleri şekilde açlığı ve korkuyu) tattırdı.” [9]

“Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde orada refah içinde yaşayanlara (Allah’a itaat etmelerini) emrederiz. (Onlarsa itaat etmez) orada fasıklık yaparlar. Artık (azap) hükmü onların üzerine hak olur ve orayı yerle bir ederiz.” [10]

Kur’an’da sıklıkla vurgulanan bu hakikatlerin en güçlü tanığı, üzerinde yaşadığımız coğrafyadır. Bu toprakların asıl sahipleri bizler değiliz. Güçlü imparatorluklar kurmuş ve asırlarca burada hüküm sürmüş Rumlar, Persler ve daha başka milletlerdi.

Onlar teslis inancını tevhide, zulmü adalete, masiyeti takvaya, bencilliği paylaşmaya, acımasızlığı merhamete tercih edince Allah, mümin, muvahhid, muttaki ve adil bir toplumu onlara musallat etti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem zamanında başlayan sınır yoklama ve teftiş seriyyeleri, Ebu Bekir radiyallahu anh dönemiyle beraber fetih ve zafer ordularına dönüştü. Osman döneminde meskunu olduğumuz coğrafyanın tamamı, İslam ordularının fethiyle şereflendi. Fetih hareketleri sırasında yaşanan bir hadise vardır ki, bugün yaşananlara on beş asır önceden ışık tutmuştur. Kıbrıs fethi tamamlandıktan sonra Rumların kışkırtmasıyla Kıbrıs halkı antlaşmayı bozdular. İslam orduları Kıbrıs’ı ikinci defa fethettiklerinde zincirlere bağlanmış savaş esirleri götürülüyordu. Manzarayı gören Ebu Derda ağlamaya başladı. ‘Allah’ın müminleri muzaffer kıldığı böyle bir günde mi ağlıyorsun?’ diyen birine yüzlerce olaydan süzülmüş ve kalplerde yer etmiş şu dersi verdi: ‘Bunlar güçlü bir milletti. Allah’a isyan ettiler. Zillet içerisinde bir esaretle cezalandırıldılar. Allah katında en değersiz varlıklar, O’na isyan edenlerdir.’

Gönül coğrafyası işgal edilip insi ve cinni şeytanların karargah kurmadığı hiçbir belde, düşmanların işgal ve istilasına uğramamıştır. Bölgemizde yaşananlar, kendi ellerimizle kazandıklarımızın karşılığıdır. Uhud günü yenilgiye uğrayan müminlerin ‘Bu, nereden başımıza geldi?’ diye yaşadıkları şaşkınlığa benziyor hâlimiz. Allah subhanehu ve teâlâ onların şahsında aynı soruyu soran tüm milletlere bir ayetle cevap verdi:

“(Bedir’de müşriklerin başına) iki misli gelen bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza gelince mi ‘Bu nerden çıktı?’ dediniz. De ki: ‘O (musibet) sizin yanınızdandır/günahlarınız sebebiyledir. Şüphesiz ki Allah her şeye güç yetirendir.’ ” [11]

İslami hassasiyetlerle bölgenin ıslahını isteyen müminlerin bu hakikati ıslah projelerinin temeli hâline getirmeleri gerekir. İnanç ve amel alanındaki masiyetlerle kaybettiklerimizi, inanç ve amelde takvayla geri elde etmeye namzet oluruz. Sonrası ise, gayretle yapılan hizmete ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımına bağlıdır.

Meşru olsa dahi, usule uygun olmayan zararlıdır!

‘Arap baharı’ diye isimlendirilen Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları, evvelemirde birçok insanı ve yapıyı umutlandırdı. İnsanlar meşru taleplerle sokaklara çıkıyor, insani haklarını talep ediyor, yüzyıldır farklı isim ve suretler ardında ülkeleri talan eden despot tağutların devrilmesini istiyorlardı.

Müslüman olmasa dahi, insanlığını kaybetmemiş ve bölge insanın mağduriyetlerini bilen her insan, bu taleplerin meşru, haklı ve insani olduğunu kabul eder.

Fakat bir adım sonrasıyla ilgilenmiyordu kimse. Milyonlarca insana liderlik yapıp onların taleplerini kim kanalize edecekti?

Devrilen yönetimlerin yerine nasıl bir yönetim ikame edilecekti? Dini, mezhebi, siyasi, eğitimi, arzuladığı yönetim biçimi birbirinden ayrı olan yüzlerce farklı insan grubu sokak eylemlerinde boy gösteriyordu!

Grupların anlaşmazlığı durumunda ortaya çıkması muhtemel iç çatışma nasıl engellenecekti?

Bölge üzerinde asırlık emel ve planları bulunan küresel tuğyanın müdahalesi durumunda yol haritası neydi? Ne yapılacaktı?

İslam ümmetinden kopuk olarak Şii hilalini yaygınlaştırmak için çabalayan İran’ın müdahalesi durumunda mezhep fay hatları harekete geçtiğinde önü nasıl alınacaktı?

Dünyanın farklı bölgelerinde var olan cihadi hareketler Sunnilerin temsilcisi olarak sahada boy gösterdiğinde, Afganistan, Bosna, Çeçenistan, Keşmir örneklerinde olduğu gibi mesele yerel olmaktan çıkıp, küresel bir hâl aldığında B planı neydi?

Bu ve benzeri daha sorulması muhtemel hiçbir soru sorulmadı… Olması gereken veya olması arzulananla vakada olan gerçeklik birbirine karıştırıldı. Geriye yıkılmış şehirler, çökmüş ekonomi, üç veya dört yüzlerle ifade edilen ayrılık hatları ve milyonlarca yurtsuz, evsiz, hiçbir geleceği olmayan insan kaldı.

Plansız, programsız, akidesi ve metodu olmayan, sancağı kimin tutacağı netleştirilmemiş bir sürecin başarıya ulaşması mümkün değildi, olmadı da.

Bilançosu ağır, neticesi vahim, etkileri yüzyıllar sürecek bir ders verdi olaylar ve coğrafya… Bir şeyin meşru olması, onun başarılı olması için yeterli değildir. Allah’ın eşya için takdir ettiği sebepler ve Rasûllerin mücadelesi vesilesiyle öğretilen hakikatler olmaksızın mücadele olmamalıdır. Böylesi bir mücadele, ortadan kaldırmak için yola koyulduğu mefsedet ve münkerden daha büyük ve kötü olanına sebep olabilir.

Acele etmeden, sebeplere yapışarak, şer’i hakikatleri göz ardı etmeden, duygusal etkileşimlerin ilmi ve aklı örtmesine müsaade etmeyerek dikkatli adımlar atmalı ve hikmetle hareket edilmelidir.

Zamanında sorulmayan her soru ve göz ardı edilen her sorun, cevaplanması gereken yüzlerce yeni soru ve çözülmesi gereken yeni sorunla bizleri karşı karşıya bırakmaktadır.

• Eşekten post, istihbaratçıdan dost olmuyor!

İşgal edilmiş topraklar ve bu topraklarda mücadele eden meşru-gayrimeşru yapıların birçoğu bir hatayı tekrar etmekte, binlerce insanın kanına mâl olan, emekleri zayi eden bu yanlıştan ders almamaktadırlar. Şöyle ki:

Savaşın ve mücadelenin olduğu ortamlarda farklı devletlerin çıkarları bulunuyor. Bu ülkelerin istihbaratları kimi zaman direkt, bazen de hayırsever iş adamları(!) ya da yardım kuruluşları vesilesiyle sahaya iniyorlar. Hiçbir karşılık beklemeden(!), Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasını umarak(!) bazı yapılara yardım ediyor, silahlandırıyor ve perde arkasından destek veriyorlar.

Gruplar da ‘Allah facirin eliyle dinine yardım eder’, ‘Onları kullanıyoruz(!)’ gibi çocukların dahi güleceği bir safdillikle bu yardımlara teşne oluyorlar.

Kısa zaman içinde göbekten bağlandıkları servislerin sahadaki askerî gücüne, onların emriyle hareket eden piyonlara dönüşüyorlar.

Mücadele için güç ve imkân gereklidir elbet. Ancak emek verilmeden, masa başı sohbetleriyle elde edilen güç ve imkânlar aynı kolaylıkla kaybolduğu gibi, ciddi anlamda güven krizlerine neden oluyor…

Allah’ın şeriatını elinin tersiyle bir kenara itmiş, fısk ve fücurun yayılması için çabalayan hiçbir devlet, Allah’ın dinine yardım etsin, yeryüzünü ıslah edip şeriat getirsin diye bir gruba yardım etmez. Kendi ülkelerini seküler-laik bir yapıya sokmak için gizli-açık onlarca adım atan körfez ülkelerinin, İhvan’ı Müslimin gibi ılımlı yapılara dahi tahammülü yokken Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve nihayet Suriye’de eli silahlı, şeriat istediğini iddia eden yapıları finanse etmesi gerçekten üzerinde düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir durumdur.

• En tehlikeli birey ve gruplar, hayalle gerçekliği karıştıranlardır.

İslam ümmeti hasta sedyesinde boylu boyunca uzanan bir hastayı andırmaktır. Bu bedenin sıhhat ve afiyete kavuşması için fert ve topluluk bazında birçok gayret sergilenmektedir.

Ailesini, işini, kariyerini, konforunu bozmadan yaşayacağı rahat bir dünya hayatını terk edip, sedyenin etrafında koşturanların hüsnüniyet sahibi olduklarından şüphe yoktur.

Sedyenin başında konuşulanlara kulak verdiğimizde, İslam ümmetini yeniden ayağa kaldırmak isteyen fedakâr insanların yol haritasında iki temel problem görüyoruz.

a.

b.

Yoğun bakımda, ölümle boğuşan bir hastayı aspirinle tedavi edeceğini iddia etmek ne denli basit ve gerçeklikten uzaksa, on üç asrın biriktirdiği itikadî, ahlakî, siyasî ve sosyal hastalıkların devirdiği bir cüsseyi hemen, şimdi ayağa kaldıracağına inanmak aynı oranda basit, sığ ve gerçeklikten uzaktır.

Böyle bir hasta için ilme dayalı bir tedavi programı, hikmete dayalı bir mücadele metodu ve bu ikisinde sebat edecek yetişmiş, emek verilmiş sabırlı, fedakâr, sadık kadrolara ihtiyaç vardır.

Aynı inanca sahip olmayan, baktığı yönde aynı şeyleri görmeyen, siyasî ve menhecî olarak birbirlerine zıt, kendisine Allah’ın ayetlerinin okunduğu, arındığı, kitabın ve hikmetin öğretildiği Rabbani meclislerde bulunmamış veya bulunacak dirayeti gösterememiş insanlar, sadece ama sadece eğitilmeli ve ıslah edilmelidir. Bunun haricinde hiçbir plan yapılmamalıdır. Bu insanlara eğitim ve ıslah programı uygulamadan, onları mücadelenin en hassas ve çetin olanlarına çekmek, onlara ve İslam ümmetine yapılacak en büyük kötülüktür.

Mücadelenin hangi alanında olursak olalım işin kolayına kaçıyor, emek sarf etmeden ve yorulmadan hayırlı neticeler elde etmeyi umuyoruz. Her seferinde yanılıyor, umutların talan olmasına sebep oluyoruz. İçinde yaşadığımız coğrafya ve bu coğrafyada yarım asırdır yaşanan tecrübeler kulakları sağır eden bir çığlıkla haykırıyor: Hayaller ve gerçeklik ayrı şeylerdir. Hayalle gerçeği, olması gerekenle var olanı, umut edilenle vakayı karıştıranlar yalnızca kendilerine değil, asırlar sonra iyi şeyler yapmak isteyenlere dahi zarar verirler.

• Mümin, bir delikten iki defa ısırılmaz.

İnsanoğlunun en ciddi zaaflarından biri, güç ve kuvvete olan düşkünlüğüdür. Tabiatı itibariyle zayıf ve muhtaç olan insanın başta mal, makam olmak üzere kendisini güçlü kılacak her şeye karşı, karşı konulmaz derecede istek ve zaafı vardır.

İnsi ve cinni şeytanların vesvese ve ayartmasıyla insanda oluşan ciddi sorunlardan bir diğeri de, güçlü olanın haklı olduğuna inanma eğilimidir.

Bu gerçeği aklımızın bir köşesinde tutup devam edelim: İstikrar, emniyet ve huzurun olmadığı coğrafyalarda güç dengeleri sabit değil, değişkendir. Mücadele sahasında, siyasi arenada veya diplomaside hiç bilinmeyen bir yapı güç hâline gelip baş aktör olabiliyorken, oyun kurucu ve asli unsur kabul edilen bir başka topluluk, varlık gösteremeyip silikleşebiliyor.

Güç dengelerinin değişmesi karşısında insanların ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz:

a.

b. Akide ve menheci bir kenara koyup, sabit ilkeler ve değişkenler perspektifine bakmaksızın duygusal etkileşimler, sloganlar ve genel eğilim yönünde bir okuma yapıp, genelde güç ve popülerlikten yana tavır alanlar.[12]

Böylelerinin en temel özelliği, güçlüyken toz kondurmadıkları, holiganca ve amigo tavırlarıyla savundukları kimseleri, güçten düşüp zayıfladığında hunharca ve hiçbir ölçü gözetmeksizin eleştirmeleridir.

Böyleleri her dönemde var olan veya bir yapının kendisiyle tanınıp temeyyüz ettiği akidevi ve menhecî özelliklerini ne hikmetse güç kaybı başladıktan sonra fark eder ve aydınlanırlar.

Böyleleri Müslüman olsalar da ahlaksızdırlar. Ve bu ahlaksızlık onlarda yerleşik bir tiynet hâline gelmiştir. Gemileri yakmadan, kardeşliği talan etmeden, geçmişi tek kalemde silip atmadan bir yöne yönelemezler. Orada umduklarını bulamayıp, güç ve popülariteye dair hayalleri suya düşünce aynı tiyneti sergilemeye başlarlar. Gemileri yakıp gittikleri yoldan, yine gemileri yakıp dönmeyi tercih ederler. Mümin, bir delikten iki defa ısırılmaz. Böylesi insanların günah çıkarırken kullandıkları bol ‘vallahi’li ve ‘Allah şahittir ki’ cümlelerine aldanmamalı, yalnızca günah çıkarırken Allah’ı subhanehu ve teâlâ hatırlayıp insanları aldatmak için Allah’ı andıklarını bilmeliyiz.

Böylelerine gönül rahatlığıyla, altını çize çize: ‘Mü-min, bir de-lik-ten iki de-fa ı-sı-rıl-maz.’ diyebilmeliyiz.

Böylelerine bir iyilikte bulunmak istiyorsak, günah çıkarmak adına ölçüsüz eleştirinin kişiyi samimi kılmayacağı, aklı başında Müslümanların yanında iyice düşüreceği ve günahın/hatanın başka bir günah/hatayla değil tevbe, samimiyet ve güzel ahlakla temizlenip telafi edilebileceğini hatırlatmalıyız.

Allah subhanehu ve teâlâ yaşanan olaylardan ibret almayı; sahih ve salih bir istikamet tutturmayı ihsan eylesin.

Sözde, amelde ve mücadelede ilim, hikmet, ihlas, fedakârlık ve sadakat ihsan eylesin.

Sözün sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

 

[1] .14/İbrahim, 1

[2] .3/Âl-i İmran, 13

[3] .37/Saffat, 133-138

[4] .15/Hicr, 80-84

[5] .Buhari, Müslim

[6] .7/A’raf, 96

[7] .6/En’am, 6

[8] .6/En’am, 65

[9] .16/Nahl, 112

[10] .17/İsra, 16

[11] .3/Âl-i İmran, 165

[12] .Bir hakikatin altını çizmekte fayda görüyoruz: Aynı safta el bağlayıp namaza duranların biri Ebu Bekir radıyallahu anh misali a’la’ı iliyyinde diğeri Abdullah b. Ubey b. Selul gibi esfeli safilinde olduğu gibi, aynı davaya gönül verenlerin bir kısmı sadece ve sadece Allah rızasını gözetirken bir diğeri güç, popülerlik, makam, dünyevi çıkarlar için o davaya gönül vermiş olabilir. Bizim eleştirdiğimiz ve kardeşlerimizi uyardıklarımız yazı içinde sıfatlarını zikrettiğimiz güçperest, ölçüsüz, muzir tiplerdir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver