Sabır

Dünyayı Allah’a giden bir yol olarak ele alırsak bu yol için biz yolcuların yanı başında bulunması gereken olmazsa olmaz azıklardan da bahsetmemiz gerekecektir. Birçok azık zikredilmesi mümkündür. Ancak bu azıkları önem sırasına göre kategorize etmemiz gerekirse bir azık daha fazla öne çıkacaktır. Bu azık ise yazımızın konusunu oluşturan sabır kavramından başkası değildir.

Sabır kelime olarak menetmek, hapsetmek gibi manalara gelmektedir. Nelere sabredilmesi gerektiğini baz alarak sabrın tanımını şöyle yapabiliriz; Allah’tan olan veya şehvetten olan şeylere ve musibetlere karşı kişinin dinden kaynaklı olarak kendisini zapt etmesidir.

Sabır, insan gibi bir varlık için düşünüldüğünde gerçektende elde edilmesi zor bir ahlaktır. İnsanın yaratılışından itibaren kendisinde bulunan özellikler göz önünde bulundurulduğunda bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. İnsan aceleci bir varlıktır; yaptığı, emek verdiği şeylerin karşılığını bir an evvel görmek ister. Sabır ise bu fıtrî duyguya münafi bir ahlaktır. İşte tam da bu sebepten dolayı Allah ve Rasulü sabreden insanların ayrıcalıklı bir konuma sahip olduklarını söyleyip sabrın önemine vurgu yapmışlardır.

Rabbimiz sabır ehli olan insanları övmüş onlarla beraber olduğunu kendi kitabının birçok yerinde belirtmiştir.

“Andolsun ki sizi biraz korkuyla, biraz açlıkla ve biraz mal, can ve ürünlerden yana eksiltmekle deneriz; öyleyse sabredenleri müjdele.” (2/Bakara, 155)

“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardım dileyin! Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (2/Bakara, 153)

“Başına gelmiş bir sıkıntıdan sonra kendisine bir hayır tattırarak ‘kötülük artık benden gitti der.’ O sırada kendisi son derece neşeli ve kibirlidir. Ancak sabredenler ve salih amel işleyenler böyle değildir. İşte bunlar için mağfiret ve büyük mükâfat vardır.” (11/Hud, 10-11)

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ise sabrın önemine dair şöyle buyurmuştur;

“Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha büyük bir hediye verilmemiştir.” (Buhari, Müslim)

Aklımıza takılan soru şu olabilir; Sabrı bu kadar önemli kılan şey nedir?

Bunu anlayabilmek için meseleyi biraz daha somut hale getirebiliriz. “İyi bir Müslüman nasıl olmalıdır?” sorusu bizi sabrın önemini idrak etmeye ulaştıracak sorudur. Bu sorunun cevabı niteliğinde olabilecek birçok madde zikretmek mümkündür.

İyi bir Müslüman ihlaslı olmalıdır, dediğimizde sabrın önemine dikkat çekmiş oluruz. Şöyle ki insan makam ve övgü meraklısı bir varlıktır. Yaptığı işlerin sonunda sürekli bunların gelmesini temenni eder. Bunlara sabredemeyen insanın ise ihlaslı olması mümkün olabilecek bir durum değildir.

İyi bir Müslüman cömerttir. Mala olan düşkünlük ise insanın en malum özelliklerindendir. İçerisindeki bu duyguya sabredemeyen müslümanın cömert olması mümkün değildir.

İyi bir Müslüman cesurdur. Cesaret ölüm gibi durumlardan korkulmamasını gerektiren bir durumdur. Bu korkulara sabredilmeden cesur olunmayacağı ise malum olan bir durumdur.

İyi bir Müslüman muttakidir, Allah’tan korkar. Ancak masiyetlerin çekiciliğine sabredemeyen insanın takvayı da elde edemeyeceği gayet açıktır.

Bu ve bunun gibi birçok madde bize sabrın ne konumda bir ahlak olduğunu göstermektedir.

Sabrı bu denli önemli kılan maddelerden birisi de sabır Allah’ın en seçkin kulları olan peygamberlerin özelliklerindendir.

“İsmail’i, İdris’i ve Zülkif’i de hatırla. Bunların her üçü de sabırlı kimselerdi.Her üçünü de rahmetimizin kapsamına aldık. Onlar gerçekten salih kullarımızdandı.” (21/Enbiya, 85-86)

“O halde (Rasulüm), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret.” (46/Ahkaf, 35)

“Muhakkak ki senden önce de birçok peygamber yalanlanmıştı da onlar yalanlamalarına ve eziyet edilmelerine karşı sabretmişler ve nihayet kendilerine yardımımız yetişmişti.” (6/En’am, 34)

“Gerçekten biz Eyyub’u sabreden bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen bir kimseydi.” (38/Sad, 44)

Sabır, Allah’ın subhanehu ve teâlâ en hayırlı nesli kendisi ile eğittiği bir ahlaktır. Öyle bir topluluk düşünün ki bu topluluk bir kelime uğruna kendi akrabalarını karşılarına almış, onlardan gelen eziyetlere, yalanlamalarına, boykotlarına Allah için tahammül etmiş, kendi vatanlarını bir kelime sebebiyle terk etmiş, Allah yolunda savaşın her tür sıkıntısına yine Allah için sabretmişlerdi.

Peki, bu nasıl olmuştu? Daha dün cahiliyeleri karanlık olan bu insanlar nasıl birer sabır timsali haline gelmişlerdi?

Bu sorunun tek cevabı namazdır. Evet, Allah sabır ahlakını onlara namazla beraber öğretmişti. Önce namaz kılıp Rablerine itaatte sabretmeyi öğrenen insanların bu gibi şeylere sabretmeleri mümkün olmuştur.

Müslümanların başlarına gelen sıkıntılara da sabretmeleri gerekir. Konunun kırılma noktası burasıdır. Çünkü sıkıntı çeken Müslümanların aklına gelen soru şu olabiliyor; “Hep sıkıntıları biz Müslümanlar mı çekeceğiz? Kâfirler hiç acı ve sıkıntı ile karşılaşmayacaklar mı?”

Bu sorunun cevabını Allah subhanehu ve teâlâ şu ayeti kerime ile vermektedir;

“O düşmanlarınızın peşini bırakmayınız, onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı çekiyorsanız bilin ki, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah’tan onların ummadığını umuyorsunuz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.” (4/Nisa, 104)

Bu ayetin açıklaması mahiyetinde Seyyid Kutub rahimehullah şöyle demektedir;

“Bu bir kaç kelime, kesin çizgiler belirliyor. Çarpışan iki cephe arasındaki büyük mesafeyi ve farkı ortaya koyuyor.

Kuşkusuz müminler, savaşta birtakım acılar ve yaralara katlanırlar. Fakat bunca sıkıntıyı sadece kendileri çekmiyor. Aynı şekilde düşmanları da acı çekiyorlar. Birtakım yaralar ve ızdıraplara düçar oluyorlar. Fakat şunlarla onlar bir mi? Müminler cihad etmekle Allah’a yönelirler, mükâfatlarını da O’nun katından beklerler. Kâfirlere gelince, onlar hepten kaybetmişler, Allah’a yönelmedikleri gibi, hayatta ve hayat sonrasında O’nun katından bir beklentileri de yoktur.

Şayet kâfirler savaşta diretiyorlarsa müminlerin daha çok diretmesi gerekir. Kâfirler savaşın getirdiği acılara katlanıyorlarsa müminlerin başlarına gelen acılara daha çok sabretmeleri lazım. Düşmanlarının gücünü yok edinceye, fitne ortadan kalkıp din tamamen Allah için oluncaya kadar, düşmanları kovalamaktan, savaşmak için peşlerinden gitmekten ve izlerini takip etmekten geri kalmamaları gerekir.

Bu da, her savaşta Allah’a iman etmenin sağladığı bir üstünlüktür kuşkusuz. Kimi anlarda zorluklar dayanma gücünü aşar. Acılar dayanılmaz olur. İnsan kalbi üstün bir yardıma ve bir azığa ihtiyaç duyar. İşte burada yüce Allah’ın yardımı gelir. Beklenen azık O Rahîm olan koruyucudan gelir.”

“Mümin toplum, birbirine denk olmayan ve açıktan yapılmayan bir savaş içinde de kendini bulabilir. Ancak kural yine değişmez. Çünkü batıl hiçbir zaman huzur bulamaz. Hatta galip gelmiş olsa da. O her zaman kendi bünyesinde iç çelişkilerinden ve farklı gruplarının çekişmesinden ve bizzat kendisinin eşyanın fıtratı ve tabiatına ters düşmesinden kaynaklanan acılarla karşılaşacaktır.”

Seyyid Kutub, bunları söyledikten sonra kâfirler ile Müslümanları birbirinden ayıran asıl farka vurgu yapmıştır;

“Bu durumda mümin toplumun yapacağı şey, acılara katlanması ve yıkılmamasıdır. Şunu iyice bilmelidir ki, şayet kendisi acı çekiyorsa, aynı şekilde düşmanı da acı çekiyordur. Acı çekmenin çeşitli yolları vardır. Yaralar birbirinden farklıdır… ‘Oysa siz Allah’tan onların beklemediğini bekliyorsunuz.’

İşte derin teselli budur. İki grup arasındaki yol ayırımı burasıdır.

‘Hiç kuşkusuz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir.’

Kalplerin duygularını nasıl tedavi edeceğini bilir. Acı ve yaralarını dindirecek şeyi kişiye gösterir.”

Dualarımızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver