Güzel ve Kötü Sözün Misali

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللّٰهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ اَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَٓاءِۙ (٢٤(

تُؤْت۪ٓي اُكُلَهَا كُلَّ ح۪ينٍ بِاِذْنِ رَبِّهَاۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (٢٥(

وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَب۪يثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَب۪يثَةٍۨ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْاَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ (٢٦)

“Allah’ın (tevhidi) nasıl örneklendirdiğini görmedin mi? Güzel söz (Lailaheillallah), kökü sabit, dalları ise gökyüzüne ulaşmış güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara örnekler veriyor. Kötü söz (şirk) ise kökü yerden koparılmış, istikrarı olmayan kötü bir ağaç gibidir.”[1]

Bu ayetlerde Yüce Allah bir misal veriyor. Tüm diğer Kur’ân misallerinde olduğu gibi önemli bir mesajı, hayatın içinden bir misalle bize öğretiyor. Zira insan zihni karşılaştırarak, kıyas yaparak ve bilmediğini bildiğine benzeterek öğreniyor, anlıyor. Yine Kur’ân’dan öğrendiğimiz kadarıyla, bu misaller aracılığıyla düşünelim, öğüt alalım ve akledelim diye örnekler veriyor. Şöyle ki;

“Yüce Allah’ın bazı hakikatleri misalleştirerek anlatmasının üç temel hikmeti vardır:

‘…İnsanlar düşünsünler diye onlara bu örnekleri veririz.’[2]

İlki tüm insanlara yöneliktir: Yüce Allah tüm insanların bu örnekler üzerinde düşünmesini, fikir yürütmesini/tefekkür etmesini ister. Bildiğimiz gibi tefekkür/düşünmek, tefe’ul sigasındandır/kalıbındandır. Bu kalıpta gelen fiillerin özel bir anlamı vardır. Bir şeyi parça parça ve biraz da zorlanarak yapmaktır/tekellüftür. Yüce Allah, seçtiği kelimelerle dahi bizlere bir şey öğretiyor. Kur’ân misalleri üzerinde tefekkür/düşünme, zaman isteyen ve biraz da külfetli bir iştir. Allah’ın verdiği misalleri anlamak isteyen buna katlanmalıdır. Diğer bir ifadeyle; şayet Kur’ân misalleri, içinde değerli hikmetler barındıran bir hazineyse, o hazinenin anahtarı tefekkürdür.

‘…İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara örnekler veriyor.’[3]

İkinci hikmet yine tüm insanlığa yöneliktir: Kur’ân misalleri, insanlar öğüt alsın diye verilmektedir. Tezekkür/öğüt almak, tıpkı tefekkür fiili gibi tefe’ul kalıbındandır.

Allah (cc) tüm insanların Kur’ân misallerinden öğüt almasını istemektedir. Bunun için yorulmalarını ve sabırlı olmalarını dolaylı olarak ima etmektedir.

Anlıyoruz ki; Kur’ân misalleri içine sayısız öğüt yerleştirilmiştir. İnsan, gönlünü bu misallere açarsa, ihtiyaç duyduğu öğüdü/nasihati misaller içinde bulacaktır.

‘Bu örnekleri insanlara veririz. Âlim olanlardan başkası onlara akıl erdirmez.’[4]

Üçüncü hikmet âlimlere yöneliktir: Yüce Allah, âlimlerin Kur’ân misallerini akletmesini istemiştir. Akıl; iki şeyi birbirine bağlamak, aralarında bağ kurmak veya var olan bağı açığa çıkarmaktır.

Ayetin de ifade ettiği gibi Kur’ân misalleri üzerinde herkes düşünebilir, herkesin alacağı öğütler vardır; ancak misalleri hakkıyla akledecek olan âlimlerdir. Her Müslim’in hayatında öncelikli hedef, Kur’ân âlimi olmak olmalıdır. Sanıldığı gibi bunun okuma yazmayla ilgisi yoktur. Birçoğu okuma yazma bilmeyen ashabın tamamı Kur’ân âlimiydi. Kur’ân âlimi olmak daha ziyade Kur’ân’la kurulan ilişkide gizlidir. Şöyle ki; Kur’ân âlimi olmak; gönlünü Kur’ân’a açmak, onun sofrasından beslenmek, onun ışığıyla aydınlanmak, onun rehberliğinde yürümektir…

Kur’ân âlimi olmak; küçük bir çocuğun annesinin eline sıkı sıkı tutunduğu gibi Kur’ân’a tutunmaktır.

Kur’ân âlimi olmak; gecenin ıssızlığını Kur’ân’ın sesiyle bozmak, insanların uykuyu seçtiği saatlerde Kurân ile kıyamda durmaktır… Okudukça yükselmek, yükseldikçe yeni kulluk menzileleri katetmek, ayet ayet Allah’a (cc) yakın olmaktır…”[5]

Misalde Anlatılmak İstenen

İlk nesiller, okuduğumuz ayetlerin neye misal olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. Onların görüşlerini üç başlık altında toplayabiliriz:

Burada misal verilen güzel söz Lailaheillallah, kötü söz ise şirktir/küfürdür. Abdullah ibni Abbas’tan (ra) rivayet edilmiştir.[6]

Burada misali verilen, iman ve küfürdür. Mücahid’den (rh) nakledilmiştir.[7]

Burada misali verilen, bizzat mümin ve müşriktir. Rebi ibni Enes’ten (rh) nakledilmiştir.[8]

Kanaatimce bu görüşler tek bir hakikatin farklı yönlerini ifade eden bir bütünün parçalarıdır. Zira bir yerde Kelime-i Tevhid varsa, onu söyleyen mümin ve o müminin imanı da zorunlu olarak vardır. Kötü söz/Şirk onu var eden müşrikle birliktedir. Hâliyle bu misalde anlatılan tevhid inancı, onun kalpte var ettiği iman/akide ve bu akideyi taşıyan mümin/muvahhiddir. Misal, bir bütün olarak mümini ve onu var eden imanı anlatmaktadır. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

Şimdi mümini ve onu var eden imanı anlatan misale yakından bakalım. Çaba bizden, başarı Allah’tandır:

“Allah’ın (tevhidi) nasıl örneklendirdiğini görmedin mi? Güzel söz (Lailaheillallah), kökü sabit, dalları ise gökyüzüne ulaşmış güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç) Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara örnekler veriyor.”[9]

1. Yüce Allah müminin imanına işaret eden Lailaheillallah sözünü “tayyib/güzel” kelimesiyle nitelemiştir. Arapçada güzel kelimesine karşılık gelecek onlarca kelime vardır. En yaygın kullanılanı husn/güzellik olan bunca kelimeden tayyib kelimesinin seçilmesi önemlidir.[10] Tayyib kelimesi bir şeyin şeklinin, tadının ve kokusunun güzel/hoş olduğuna işaret eder.[11] Yani mümin her şeyiyle güzeldir. Sözüyle, ameliyle ve söz/ameli var eden imanıyla bir bütün olarak hoştur.

2. İmanın ve müminin kökleri sabittir. Günübirlik, mevsimlik, şartlara göre değişen bir durum değildir inanmak. İman; vahiy ve fıtratın bir araya gelmesiyle meydana gelir. Vahiy ile fıtrat buluşunca insan kendini, dolayısıyla Rabbini bulur. Zira Yüce Allah nasıl her insanın genetik bilgilerini DNA’sına kodlamışsa, kendi varlığına ve birliğine dair bilgileri de fıtrata kodlamıştır. Fıtrat; insanın özü, kendisinden neşvünema bulduğu çekirdeğidir. Bir çekirdek/tohum toprakla buluşunca içindeki potansiyel (ağaç) açığa çıkar. Fıtrat da vahiyle buluşunca çatlar ve içindeki iman/mümin açığa çıkar. Dolayısıyla iman, yüzeysel bir kavram değildir. Vahyin insanın en derinine nüfuz etmesi ve oradaki fıtrat çekirdeğini çatlatmasıdır.

Mümin de köklüdür. Çünkü o; ilk insanla yola koyulmuş, yüz binlerce nebinin mihmandarlık yaptığı ve milyarlarca insanın eşlik ettiği bir kervanın parçasıdır. İnanç, tarih ve etki bakımından en köklü davanın, tevhid davasının mensubudur. Yeryüzünün en köklü ailesine mensup bir asilzadedir. Bu nedenle sözleri ve davranışları köklerine uygun olmalıdır.

3. İman/Mümin, dalları gökyüzüne ulaşmış ulu bir çınar gibidir. Bu benzetmede akla ilk gelen manalar şunlardır:

İmanın mümine kattığı izzet ve yücelik.[12] İnanan insan sırtını izzet ve yücelik sahibi Rabbe dayar. O’na (cc) kul olmakla izzet duyar ve değerlilik hisseder.

Yerden yüksek olan şey temizdir, yerin kirini/pisliğini üzerinde taşımaz.[13]

Bir ağacın yüksekliği, kökünün sağlamlığına;[14] bir binanın yüksekliği de temellerinin dayanıklı oluşuna işaret eder.

İmanın girdiği kalp de böyledir, böyle olmalıdır. Sahibine değer katmalı, yaratılıştan getirdiği onura/izzete[15] imanın izzetini eklemelidir. Sözlerine ve davranışlarına ulu bir ağacın asaletini katmalı, onu basitliklerden, değersiz davranışlardan uzak tutmalıdır. Kalbindeki imanın derinliğine işaret eden bir derinlik, köklerine işaret eden bir asalet sergilemelidir. Bir ağacın gövdesi ve göğe uzanan dalları yoksa, köklerin sağlamlığının bir anlamı yoktur.

Köklerin yerde, dalların gökte olması müminin bir başka hâline işarettir. Onun ayakları yeryüzünde olsa da amelleri semada, Rabbinin katındadır. O yeryüzünde yaşasa da ismiyle semada yaşamaktadır:[16]

“(Bu nimetlerime karşılık yalnızca) beni anın ki ben de sizi anayım. Ve bana şükredin, nankörlük etmeyin.”[17]

“Sana vahyedilen Kitab’ı oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphesiz ki namaz, insanı fuhşiyat ve münkerden alıkoyar. (Kıldığınız namaza karşılık) Allah’ın sizi anması daha büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”[18]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Allah bir kulu sevdiğinde Cibril’e şöyle seslenir: ‘Allah, falan kişiyi seviyor, sen de sev!’ Bunun üzerine Cibril o kulu sever ve gök ehline, ‘Allah, falan kişiyi seviyor, siz de sevin!’ diye nida eder. Gökte bulunanlar da o kulu sever, daha sonra yeryüzünde bu kula karşı sevgi duyulur ve bu kişi itibar sahibi olur.”[19]

4. İman ağacı Rabbinin izniyle her daim meyve verir.

Kalbe yerleşen iman, dışarıya fayda olarak yansır. Hem sahibini hem de başkalarını besleyen meyveler verir.

Birinin meyve istemesine gerek yoktur. O kendiliğinden -Allah’ın (cc) izniyle- meyve verir.[20] Yani onun faydası, talebe bağlı değildir. Onun faydası kendinden, köklerinden kaynaklıdır. İman, yerleştiği kalpte salih amel olarak meyve verir.

O ağacın meyvesi belli bir dönemle sınırlı değildir. Rabbinin izniyle her daim meyve verir. Bu, Allah Resûlü’nün (sav) müminle ilgili yaptığı benzetmeyle aynı anlamdadır:

Abdullah ibni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Ağaçlardan biri vardır ki yaprağı düşmez. Bu, Müslim’e benzer. Bana bunun hangi ağaç olduğunu söyleyiniz.’

(Abdullah dedi ki): ‘İçimden bunun hurma ağacı olduğu geçti. Ancak söylemekten utandım.’

Ashab, ‘Bu ağacın ne olduğunu bize sen bildir, ey Allah’ın Resûlü!’ dediler.

Allah Resûlü, ‘O, hurma ağacıdır.’ dedi.

(Abdullah dedi ki:) ‘Babama (Ömer’e) tahmin ettiğim şeyi söyledim. Bunun üzerine o da şöyle dedi: ‘Falan falan şeylere sahip olmaktansa o sözü söylemeni isterdim.’ ’ ”[21]

Abdullah ibni Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:

“Nebi’nin (sav) huzurunda oturuyorken ona bir hurma ağacının cummârı getirildi.

Nebi (sav), ‘Öyle ağaçlar vardır ki bereketleri Müslim’in bereketi gibidir.’ diye buyurdu.

Ben onun hurma ağacını kastettiğini anladım. ‘Ey Allah’ın Resûlü, o, hurma ağacıdır.’ demek istedim. Fakat etrafıma bakınınca on kişinin onuncusu ve en gençleri olduğumu gördüm, bu sebeple sustum.

Nebi (sav), ‘O hurma ağacıdır.’ diye buyurdu.”[22]

Müslim, mevsimlik değildir. O, her şart ve durumda Allah’a (cc) kuldur. Onun bereketi hurma ağacının bereketi gibidir; yaz kış yaprak dökmez ve yaz kış ondan faydalanılır. Mümin de böyledir; kulluğun hayatın her alanını kuşattığının bilincindedir. Bela ânında Allah’a kul olduğu gibi nimet hâlinde de Allah’a kuldur:

Suheyb Er-Rûmî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Müminin durumuna hayret edilir doğrusu. Çünkü onun her durumu iyidir/hayırdır. Bu durum ise sadece mümin içindir. Şöyle ki, eğer mümine genişlik gelirse buna şükreder, bu onun için hayır olur. Eğer darlık gelirse buna sabreder, bu da onun için hayır olur.”[23]

Toplumun içinde Allah’a (cc) kul olduğu gibi yalnız kaldığında da Allah‘a (cc) kuldur:

“Sen, ancak zikre/Kur’ân’a uyan ve gaybta (görmedikleri hâlde ya da kimsenin kendilerini görmediği yerlerde) Rahmân’dan korkanları uyarırsın. Böylesini mağfiret ve değerli bir mükâfatla müjdele.”[24]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Şu yedi grup insanı, hiçbir gölgenin bulunmadığı bir gün Allah kendi gölgesinde gölgelendirecektir: Adil devlet başkanı; Allah’a ibadet içinde yetişmiş genç; kalpleri mescidlere bağlı olan kimse; birbirini Allah için seven, Allah için buluşup Allah için ayrılan iki kimse; güzelliği yanında bir de sosyal bir statüye sahip kadın, kendisini günah işlemeye davet ettiğinde, ‘Ben Allah’tan korkarım.’ diyerek geri çeviren kişi; sağ elinin verdiğinden sol eli haberi olmayacak şekilde gizlice sadaka veren kimse ve kimsenin bulunmadığı bir yerde Allah’ı anıp gözlerinden yaşlar akıtan kimse.”[25]

Böyledir, çünkü kulluğun kaynağını, yani imanını kalbinde taşır.

Kalbi attığı müddetçe, ona yakin/ölüm gelene dek kulluğu devam eder. Kulluğunun emekliliği, tatili, istifası yoktur.

Meyve vermek dışa dönük, başkalarına fayda sağlayan bir eylemdir. İmanın yerleştiği kalp de böyledir. Eliyle, diliyle, duasıyla, malıyla, tebessümüyle… mümin faydalı insandır. O, her durumda “İnsanlara nasıl faydalı olabilirim?” sorusunu soran ve fayda üreten insandır. Faydalı olmadığı yerde, zararlı olmamaya gayret edendir; ki, başkalarına zarar vermeme gayreti de bir salih ameldir:

Ebu Musa El-Eş’ârî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“ ‘Her Müslim’e bir sadaka düşer.’

Ashab, ‘Ya bulamazsa?’ diye sordu.

Allah Resûlü (sav), ‘Eliyle çalışır, hem kendisine faydası dokunur hem de tasadduk eder.’ buyurdu.

Ashab, ‘Eğer gücü yetmezse ya da böyle yapmazsa?’ diye sordu.

Allah Resûlü (sav), ‘Bunalmış derecedeki ihtiyaç sahibi kimseye yardım eder.’ buyurdu.

Ashab, ‘Eğer yapmazsa?’ diye sordu.

Allah Resûlü (sav), ‘O hâlde hayrı -veya iyiliği- emretsin.’ buyurdu.

Ashab, ‘Eğer bunu da yapmazsa?’ diye sordu.

Allah Resûlü (sav), ‘Şer işlemekten kendisini alıkoyar. Şüphesiz ki bu da onun için bir sadakadır.’ buyurdu.”[26]

İşte bu, Allah Resûlü’nün (sav) çizdiği mümin profilidir. En yüce ufukta “çalışan ve paylaşan” mümin vardır. O, başkalarına yük olmamasının yanı sıra insanların yükünü paylaşır. Bunu yapamıyorsa ihtiyaç sahiplerine bedeniyle yardımcı olur. Bunu da yapamıyorsa olması gerekeni anlatır, kötülükten sakındırır. Hiçbirini yapamadığı takdirde zarar vermemeye gayret eder. Suizan, dedikodu, gevezelik, ümitsizlik yaymaz; kıskançlık/haset, yıkıcı eleştiri gibi zarar verici davranışlardan uzak durur.

Tüm bunları Rabbinin izniyle yapar. Köklerin sağlamlığı, gövdenin kalınlığı ve dalların ululuğu yalnızca birer vesiledir. Meyve/Salih amel, Allah’ın (cc) izniyle meydana gelir. Bu, vahyin üslubu ve eğitim metodudur. Vesileleri asıl zannetmeye meyilli insana yaptığı tatlı bir uyarıdır: “Her şey ancak Allah’ın izin vermesiyle meydana gelir. Sebeplerin niceliği ve niteliği, gerçeği görmekten alıkoymasın sizleri… Allah’ın iznini, duayla O’na yönelmeyi, verdikten sonra O’na şükretmeyi unutmayın.” demenin dolaylı yoludur.

5. İmanın/Müminin bir ağaca benzetilmesi, şu gerçeğe işaret eder: Nasıl ki bir tohum zaman içinde çatlayıp filiz veriyor ve kök salıp dallanıp budaklanıyorsa iman da bir süreçtir. Zaman içinde insanın kalbinde kök salar, dal budak verir. Kişi nefsindeki, ufuktaki ve Mushaf’taki ayetleri okudukça; dinde tefakkuh ettikçe; kaderin yaşattığı olaylardan ibret aldıkça imanı afaki ve enfusi olarak gelişir, derinleşir. İman arttıkça meyvesi olan salih amel de artar. Salih amel arttıkça imanın köklerini besleyen can suyuna dönüşür. Böylece mübarek bir döngü başlar. İman salih ameli, salih amel imanı çoğaltır.

6. Bir ağaç kök, gövde ve dallardan oluşur. İman ise kalbin tasdiği, dilin sözü ve organların amelinden oluşur.[27] Yine ağaç kök, gövde ve dallardan oluştuğu gibi iman da asıllar, vacipler ve müstehablardan oluşur; şube şubedir:

Ebu Hureyre’den (ra), Allah Resûlü’nün (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“İman yetmiş küsur yahut altmış küsur şubedir. Bunların en üstünü Lailaheillallah (Allah’tan başka ilah yoktur) demektir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyleri gidermektir. Hayâ da imanın bir şubesidir.”[28]

Dalları olmayan bir ağaç düşünülse de kökleri ve gövdesi olmayan bir ağaç düşünülemez. Asılları (inanç esasları) ve vacipleri (farzlar) terk edilmiş bir iman, iman değildir.[29]

7. Bir ağacın canlılığını koruması ve kuruyup solmaması için bakıma ve temizliğe ihtiyacı vardır. Şöyle ki;

“Ağaçlar, büyümeleri ve canlılıklarını sürdürebilmeleri için gerekli olan ne ise ona ihtiyaç duyarlar. Onların hayatları sayılan suları kesildiğinde hemen solup sararmaya başlarlar. Kalpteki İslam ağacı da böyledir. Onun canlılığını sürdürmesi için gerekli olan gıdalar; faydalı ilimler edinip temiz ve yararlı işlerin yapılması, Allah’ı zikredip verdiği nimetlerin hatırlanılmasıdır. Bunlar yapılmadığında ise İslam ağacı solmaya ve kurumaya başlayacaktır. İmam Ahmed ibni Hanbel (rh), Müsned adlı eserinde Ebu Hureyre’den (ra) aldığı bir hadiste Resûllullah’ın (sav) şöyle buyurduğunu aktarmaktadır:

‘Kalplerde yerleşen iman, elbisenin eskiyip yıprandığı gibi yıpranır. Öyleyse imanınızı yenileyiniz.’[30]

Özet olarak diyebiliriz ki; dikili bir ağaç fidanı, sahibiyle uyumlu olmalıdır. Eğer aralarında bir uyum ve bağlılık olmazsa yok olması neredeyse kaçınılmazdır. Tüm bu anlatılanlardan hareket ederek ulaşacağımız nokta; değişik zaman dilimlerine ayrılmış olan ibadet biçim ve prensiplerinin Allah’ın buyruk ve yasaklarına uygun olarak yapılması için gerekenlerin öğrenilmesine kulların şiddetle ihtiyaç duyuyor olmalarıdır. Allah’ın yüceler yücesi merhameti ve kendilerine verdiği tüm nimetleri ve bağışları dolayısıyla kullar, Allah’ın kalplerine dikmiş olduğu ‘Tevhid Ağacı’nı canlı tutmak için verilen görevlerini yerine getirmek zorundalardır.”[31]

“Ayrıca Allah’ın (cc) doğa yasalarının bir gereği olarak yararlı fidanlar ve ekinler arasına kendi cinslerinden olmayan çalılıklar, yabani otlar ve çalı çırpının karışması kaçınılmazdır. Eğer insan, bunları temizleyip yararlı sonuçlar elde edebilmek için çabalayarak ekinlerini ve fidanlarını başıboş bırakmayıp Rabbine verdiği sözde durur, gereği gibi davranır ve verdiği sözleri yerine getirirse Rabbi de ona olan vaadini yerine getirerek ekinlerini ve ağaçlarını ıslah edecektir. Böylece ekinler ve fidanlar zararlılardan temizlenerek en güzeliyle leziz, temiz ve yararlı meyvelerini verecektir.

Eğer yapması gerekenleri terk ederse doğa kanunları onun aleyhine dönecek ekini ve fidanları zarar görerek veya kökleri zayıflayarak hasadı ziyana uğrayacaktır. Bu ve benzeri hususlarda sağlam bilgisi ve hüneri olmayanlar bilincine varamadıkları bir yönden büyük bir kazancı kaçıracaklardır.

Burada Allah’a inanan kişinin çabaları ve çalışmaları iki hususta değerlendirilmelidir: İlki burada sözü edilen fidanla ekinleri sulamak, ikincisi ise onların etrafını zararlılardan temizleyerek çevrelerini ıslah etmektir. Böylece fidanlarla ekinler hayatlarını devam ettirecek ve meyvelerini tastamam verecektir. Hâl böyle olsa da kendisinden yardım dilenilecek olan yalnızca Allah’tır ve tevekkül de yalnızca O’ nadır.”[32]

8. Ağaç türlü doğal afetlerle karşı karşıya kalır. Şiddetli rüzgârlar estiğinde sağa sola meyleder, ancak yıkılmaz. Sarsılsa da köklerinden aldığı güçle toprağa tutunur ve ayakta kalır. Mümin de böyledir… İmtihanlar onu sarssa da köklerinden, dayanağı olan Allah’tan (cc) aldığı güçle devrilmez. Allah Resûlü de (sav) mümini bu yönüyle ekine benzetir:

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Mümin kişinin benzeri, bir sap üzerinde biten taze ekin gibidir. Rüzgâr ona hangi taraftan gelirse onu eğer ve yaprağı diğer tarafa döner, meyleder, (fakat yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur, işte mümin kişi de böyledir. O da bela sebebiyle eğilir, (fakat yıkılmaz). Haktan yüz çeviren kâfir kişinin benzeri ise sert ve dümdüz duran çam ve dağ selvisi gibidir. Nihayet Allah onu dilediği zaman (bir seferde) kırar, devirir.”[33]

9. Güzel söz, güzel amellerin tohumudur. Güzel sözler; önce kalplere kök salar, sonra filiz verip gökyüzüne yükselir. Bu nedenle İslam, iman edenlerden “güzel söz söylemek” üzere söz alır:

“(Hatırlayın!) Hani biz İsrailoğullarından: ‘Yalnızca Allah’a ibadet edin, anne babaya, yakın akrabaya, yetimlere ve miskinlere/ihtiyaç sahibi yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin.’ diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç (büyük çoğunluğunuz) sözünüzden döndünüz ve hâlâ yüz çevirmeye devam etmektesiniz.”[34]

Sözün adil, yumuşak ve dosdoğru olmasını ister:

“… ‘Akrabanız dahi olsa söz söylediğinizde adil olun.’ …”[35]

“ ‘İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o azgınlaştı. Ona yumuşak bir söz söyleyin. Umulur ki öğüt alır ya da korkar.’ ”[36]

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğru/sağlam/adil söz söyleyin.”[37]

Sözü müstakim kılmak, kalplere verimli tohum atmaktır. Verimli tohum (güzel söz) munbit kalplerle buluştuğunda orada iman ve takva çiçekleri açar, adanmış tohumlar boy verir.

“Güzel söz” yalnızca başkalarına değil, sahibine de fayda sağlar. Kişi sözünü güzelleştirdikçe Yüce Allah’ın yardımına mazhar olur, günahları bağışlanır, amelleri ıslah olur:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğru/sağlam/adil söz söyleyin. (Allah da buna karşılık) amellerinizi ıslah etsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim de Allah’a ve Resûl’üne itaat ederse, şüphesiz ki büyük bir kurtuluş ve kazanç elde etmiş olur.”[38]

İnsan ağzına en yakın kulak, kendi kulağıdır ve kulak, kalbi sulayan kanallardan biridir. Öyleyse insan ne söylediğine, ne konuştuğuna, ne dinlediğine dikkat etmelidir.

10. Bu misal, Rad Suresi’nde verilen, hakkın kalıcılığı ve sürekliliğiyle ilgili misalle aynı mesajı taşır: Hak; kökleri yerde sabit, gövdesi üzere kurulu, dalları göğe ulaşan bir sürekliliğe sahiptir. Çünkü o faydalıdır ve her faydalı şey gibi çoğalarak varlığını tahkim eder:

“Gökten su indirdi. Vadiler kendi miktarınca sel oldu. Sel de suyun üstüne vuran köpüğü yüklendi. Bir ziynet ya da faydalanılacak eşya yapmak için üzerine ateş yakıp erittiklerinde de böyle bir köpük oluşur. Allah, hak ile batıla böyle örnek verir işte. (Batıl) köpük (misali) atılır gider. İnsanlara yarar sağlayacak olan (hak) ise yeryüzünde kalır. İşte Allah, örnekleri böyle verir.”[39]

Yüce Allah İncil’de müminler topluluğunun göz alıcı vakarı, sağlamlığı ve çoğalarak varlığını tahkim etmesini ekine benzetir:

“Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlilerdir. Onları; rükû edenler, secde edenler ve Allah’ın lütfunu ve rızasını elde etmek isterken görürsün. Alametleri, yüzlerinde secdeden oluşan izdir. Bu, onların Tevrat’taki sıfatıdır. İncil’deki sıfatlarıysa filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşıp gövdesi üzerine doğ rulmuş bir ekin gibidir ki bu, çiftçilerin hoşuna gider. (Onların bir ekin gibi güçlenip çoğalması örneği) kâfirleri öfkelendirmek için verilmiştir. Allah, içlerinden iman edip salih amel işleyenlere, bağışlanma ve büyük bir mükâfat vadetmiştir.”[40]

“ ‘Güzel bir söz’ ile ‘kötü bir söz’ arasındaki ayrım o denli açıktır ki dünyanın kültürel, ahlaki, dinî ve entelektüel tarihini eleştirel bir yaklaşımla inceleyen herkes bunu kolayca algılayabilir. Çünkü ‘güzel söz’, tüm insanlık tarihi boyunca bir tek ve aynı kalmıştır ve hiçbir zaman tarihten silinmemiştir. Bunun aksine, sayılamayacak denli kötü söz ortaya çıkmış, fakat bunlardan tarih kitaplarındaki isimleri dışında hiçbir iz kalmamıştır. Hatta bunlardan bazıları o denli saçmadır ki, eğer bugün insanlar bunları duysalar insanların bu kadar akıl dışı şeylere nasıl inandıklarına şaşırırlar.

İki tür ‘söz’ arasında dikkate değer bir ayrım daha vardır. Ne zaman bir kimse veya toplum ‘güzel sözü’ hayat sistemi olarak kabul ederse nimet ve lütuflar sadece o kişi ve toplumla sınırlı kalmaz, her tarafa yayılır. Bunun aksine ne zaman bir kimse veya toplum, hayatını ‘kötü söz’ üzerine kurarsa her tarafa kaos ve karışıklık yayılır.

Bu bağlamda, ‘güzel söz’ ve ‘kötü söz’ örneği ile rüzgârın savurduğu bir yığın kül (İbrahîm Suresi, 18. ayet) ‘sel köpüğü’ ve ‘eritilmiş madenlerin köpüğü’ misallerinde (Ra’d Suresi, 17. ayet) anlatılmak istenenin aynen anlatıldığı da belirtilmelidir.”[41]

11. Dalları göğe uzanan ağaçların gölgeliği olur. Sıcaktan bunalan insanlar, onun gölgeliğine sığınırlar. İmanla istikamet bulan müminler de böyledir. İmtihanın, şüphenin ve şehvetin yakıcılığından bunalan insanlar, müminin gölgeliğine sığınır. Her müminin gölgesi, onun imanı oranındadır. Kiminin gölgesi yüzlere, binlere, milyonlara yeter.

12. Ulu ağaçlar insanlara güven verir. Mümin de böyledir. Eliyle, diliyle, duruşuyla müminlere güven verir. Ulu bir ağaçla yol tarif edebilir, adres verebilirsiniz. Zira onun her zaman orada, aynı yerde olduğunu bilirsiniz. Örneğin, “köşedeki çınar ağacının solunda” dersiniz. Mümin de kök saldığı yerde sabit durmalı, kendisiyle adres tarif edilecek güvenirliğe sahip olmalıdır.

Şirke Dair Misal

Şimdi de şirke verilen misale yakından bakalım. Çaba bizden, başarı Allah’tandır:

“Kötü söz (şirk) ise kökü yerden koparılmış, istikrarı olmayan kötü bir ağaç gibidir.”[42]

1. Şirkin ilk sıfatı habis olmasıdır. Habis kelimesi, her türlü güzelliğin/hoşluğun zıddını ifade eder.[43] Kur’ân’daki kullanımları da maddi ve manevi tüm pislikleri ifade eder:

خُبْث ve خَبِيث kelimeleri, -ister soyut olsun isterse somut- iğrençliğinden ve bayağılığından dolayı çirkin görülen şeyler için kullanılır. Kelimenin asıl anlamı -tıpkı demirin pası gibi- ‘içeriyi bozan ve çürüten kötü şeyler’ demektir. Bu anlamda şair şöyle demiştir:

‘Biz onu gümüş zannederek eritip kalıba dökmüştük,

Ancak körük demirin pasını ortaya çıkardı.’

Bu sözcük, her tür batıl inanç, yalan söz ve kötü fiili içerir.”[44]

Şirk, habistir. Maddi ve manevi pisliktir. Tadı, şekli, kokusu pistir. Bir kalbe girdi mi orayı harap eder. Ne sahibine ne başkasına faydası vardır.

2. Kökü yerden koparılmıştır, köksüzdür. Yani onun hiçbir dayanağı yoktur, delilsizdir. Yüce Allah, Kur’ân’da şirki delilsiz olmakla niteler. Şirk ahmaklıktır; ne akli ne de naklî hiçbir dayanağa sahip değildir:

“ ‘Allah evlat edindi.’ dediler. O münezzehtir! O, (hiçbir şeye muhtaç olmayan her şeyin kendisine muhtaç olduğu) El-Ğaniy’dir. Göklerde ve yerde olanların tamamı O’nundur. (Allah’ın evlat edindiğine dair) yanınızda hiçbir delil de bulunmamaktadır. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?”[45]

“ ‘Ey zindan arkadaşlarım! (Hiç düşündünüz mü?) Birbirinden ayrı, darmadağınık rabler mi daha hayırlıdır, yoksa (zatında, fiillerinde ve sıfatlarında tek olan) El-Vâhid ve (her şeye boyun eğdirip hükmüne ram eyleyen) El-Kahhâr olan Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da ibadet ettikleriniz, ancak sizin ve babalarınızın koyduğu, Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerdir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk/ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.’ ”[46]

Yüce Allah birçok ayette[47] şirke dair hiçbir delil olmadığını, müşrikin de bilgisizce ve zanna uyarak Allah’a (cc) şirk koştuğunu[48] haber vermiştir. Bu sebeple Nebi (sav) şirk ehline cahiller diye hitap etmiştir:

“De ki: ‘Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz?’ ”[49]

Şirk yalnızca zan, hurafe ve tahminden ibarettir:

“Şüphesiz ki ahirete inanmayanlar, melekleri dişi isimleriyle anarlar. Onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyarlar. Doğrusu zan, (hak gibi kesin bilgiye/vahye dayanmaz. Bu sebeple de) hakkın yerine geçmez/hakkın verdiği (mutmainliği) sağlamaz.”[50]

3. Şirk istikrarsızdır, karar kılmaz. Tevhid/Hak nasıl kalıcıysa şirk ise geçicidir. Farklı suretlerde ortaya çıksa da kısa sürede yeryüzünden silinir. Kur’ân’ın ifadesiyle şirk/batıl, köpük gibidir.[51] Belli zamanlarda madenin ve suyun üzerini kaplayan köpük gibi olsa da, hiçbir zaman madenin ve suyun yerini tutmaz.

“ ‘Kötü bir söz’ (yanlış bir inanç) dayanıklı ve sürekli değildir, çünkü tabiat kurallarına terstir. Bu nedenle evrendeki her şey ona karşı çıkar ve onu reddeder. Sanki toprak onun tohumlarını dışarı atmaya hazırdır ve eğer atılan tohumlardan bazıları büyümeyi ve köklü bir ağaç olmayı başarırsa o zaman gökyüzü onun dallarına baskı uygular. Gerçekte, eğer insana denenmesi için özgürlük ve süre tanınmamış olsa, kötülüğün gelişmesine hiçbir zaman izin verilmezdi. Bu özgürlük nedeniyle bazı insanların hayatlarını ‘kötü söz’e dayandırmalarına izin verilmiştir. Onun belli bir dereceye kadar büyümesine müsaade edilir, fakat o kötü sonuçlar doğurmaktan başka bir şey üretmez. Kısa bir süre sonra da onun kökü topraktan söküp atılır.”[52]

4. Köklerinden sökülmüş ve devrilmiş bir ağaç, ağaç olma sıfatını kaybetmiştir. Artık o bir odundur.[53] Şirk de böyledir. O yalnızca cehenneme yakıt olmak içindir. Zaten Kur’ân da müşrikin ve Allah’ın (cc) dışında kendilerine taptıklarının cehennem yakıtı olacağını haber vermiştir:

“Şüphesiz ki sizler ve Allah’ı bırakıp da ibadet ettikleriniz, cehennemin odunusunuz. Sizler oraya gireceksiniz.”[54]

5. Köklerinden koparılmış bir ağaç insana kasvet verir. Böyle bir manzara karşısında insan huzursuz olur. Zira bu, orada bir afet yaşandığının, bir yıkım olduğunun göstergesidir. Kur’ân’da müşrike dair verilen tüm örneklerde de aynı hava vardır. Müşrik; korkular içinde kaygılı, yolunu kaybetmiştir. Farklı efendilerin istekleri arasında kimseyi memnun edemeyen, kendisi de memnun olamayan, bir çıkış arayan ama bulamayan, serap gören bir insan misali hayalleriyle aldanan bir ruh hâlindedir:

“Hiçbir şeyi O’na ortak koşmayan ve (şirkin her türlüsünü terk eden) hanifler olarak (bunları yapın). Kim de Allah’a şirk koşarsa gökten yere çakılan, havada kuşların kendisini (parça parça) kaptığı veya rüzgârın ıssız, uzak bir yere savurduğu kimse gibidir.”[55]

“Bu, şirk koşan insanın ruh hâlidir. O, gökten yere çakılan insan gibi korku ve kaygı içerisindedir. Dayandığı, tevekkül ettiği ve faydasını umduğu putların, türbelerin, sigorta poliçelerinin, güvenlik tedbirlerinin… onu Allah’ın takdirinden koruyamadığını görmekte, bizzat tecrübe etmektedir. Dahası, Allah’a (cc) şirk koştuğu ilkel ve modern putların kendilerini dahi koruyamadığını görmektedir.

Kuşların etini didiklediği, her birinin bir parçasını çekiştirdiği durumdadır. Çünkü örf başka söylemekte, kanun başka söylemektedir. Hevası/Arzusu başka söylemekte, moda başka söylemektedir. İnandığını sandığı din başka, sosyal medya başka söylemektedir. Birinin dediğini yapsa, bir diğerini öfkelendirmektedir. Ne kendisi mutlu olmakta ne de Allah’ı (cc) bırakıp da sözlerini önemsediği kaynaklar…”[56]

Ayeti başka bir açıdan şöyle açıklayabiliriz:

“Bu misalde ‘gök’, insanın asli fıtratı anlamındadır. İnsan başkasının değil, Allah’ın (cc) kuludur ve yaratılışı itibarıyla tevhid ilkesini kabule hazırdır. Bu nedenle peygamberlerin davetini kabul edenler fıtratlarında sabit kalırlar ve yükselirler. Bunun aksine, Allah’ı inkâr eden veya O’na ortak koşan kimse ise bu asli fıtrat ‘gök’ünden düşer. İşte o zaman ya misaldeki, düşen adamı kapan kuşlara benzer; lider ve şeytanların kurbanı olur ya da misaldeki rüzgâra benzeyen arzu, istekler veya nefsin kölesi olur. Bunlar, onu diğer tarafa doğru alçaltır ve sonunda onu sapıklığın en derin çukuruna götürür.”[57]

İki Örneğin Ortak Mesajları

Tevhid ve şirke dair verilen misalleri ayrı ayrı inceledik. Yukarıda anlatılanlara ek olarak her iki örnekten alınacak ortak mesajlara temas etmek istiyorum. Çaba bizden, başarı Allah’tandır:

1. Kur’ân’ın eğitim metodunda tanım yoktur. Kur’ân bir şeyin ayırıcı sıfatlarını zikrederek öğretmekten yanadır. Bu misalde de Kur’ân, imanın/müminin sıfatlarını zikretmiş ve imana/şirke dair bir tanım yapmamıştır. Eşyayı tanımlama, Yunan bilgi felsefesinden İslami ilimlere bulaşmış, vahyin mantığına aykırı bir yöntemdir. Bu nedenle Kur’ân’ın eğittiği nesiller ile İslam’ı tanımlardan öğrenen sonraki nesiller arasındaki fark her insanın görebileceği boyuttadır. Şayet tanımlama daha iyi anlamaya, dolayısıyla bilgiyi eyleme dönüştürmeye katkı sağlasaydı başta yöntemin sahibi Yunanlar, sonra da yöntemi onlardan ödünç alan İslam toplumları birer ahlak toplumu olurlardı. Ne ki ne Yunanlar ne de onların bilgi sistemini ödünç alan İslam’a mensup toplumlar bir ahlak toplumu olabilmişlerdir.

İnsana öğreten, Allah’tır.[58] Yarattığını en iyi O (cc) tanıdığından[59] insan tabiatına uygun en iyi metodu bilen de O’dur. İnsanın içinde var olan kulluk potansiyelini (fıtratı) çatlatıp gümrah bir ağaca çevirecek olan da O’nun metodudur. Bilginin doğru olması yeterli değildir. Doğru bilginin doğru neticeler doğurması için metod da önemlidir. Bugün bizler doğru bilgileri dahi Yunan bilgi sistemini ve düşünce yapısını metod olarak benimseyen kitaplardan okuyoruz. Bu sistem ve yapının kirlettiği bilgi şöyle dursun, doğru bilgiyi aktarırken dahi yöntemi problemlidir. Hâliyle hem bilgi hem de metod kirlenmiştir. Yeniden vahye, öze dönmek zorunluluktur. Asırların oluşturduğu kirden arınmanın, hasarı onarmanın, yırtığı/söküğü yamamanın başka yolu yoktur. Biz vahye döneceğiz ki vahiy de bize dönsün. Göğün bengisularıyla ashabı beslediği gibi bizi de beslesin. O güzel kokusu üstümüze sinsin. Her ayet bir kandil olup, uzayan gecemizi aydınlatsın…

2. Yüce Allah, Kur’ân’ın birçok yerinde müminlerin sıfatlarını zikretmiştir. Bu sıfatlar birer ölçüdür. Her insan kendini bu İlahi ölçüyle tartıp değerlendirebilir. Kişinin “İman ettim.” demesi yeterli değildir. Her insan “İman ettim.” diyebilir. Mesele mümin sıfatlarından ne kadarını üzerinde taşıdığıdır.

Bu sıfatları Yüce Allah şöyle zikreder:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün peşi sıra yer değişmesinde akıl sahipleri için (üzerinde düşünüp, bunları yapanın tek ilah olduğu, kulluğun sadece kendisine yapılması gerektiğine dair sonuçlar çıkaracakları) ayetler vardır. Onlar ki ayakta, otururken ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler ve (derler ki): ‘Rabbimiz! Sen bunu boşa yaratmadın. Seni eksikliklerden tenzih ederiz, bizi ateşin azabından koru. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, kimi ateşe sokmuşsan onu rezil etmiş/alçaltmışsındır. Zalimlere hiçbir yardımcı yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz: ‘Rabbinize iman edin!’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve Ebrar olanlarla (çokça iyilik yapanlarla) beraber canımızı al. Rabbimiz! Resûllerine vadettiğini bize ver ve Kıyamet Günü’nde bizi rezil etme. Şüphesiz ki sen, sözünden dönmezsin.’ ”[60]

“Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığında kalpleri ürpertiyle titrer, O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar ki; namazı dosdoğru kılar ve onlara rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte bunlar, hakiki müminlerdir. Onlar için Rableri katında (üstünlük vesilesi olan) dereceler, bağışlanma ve pek değerli bir rızık vardır.”[61]

“Onlar ki; Allah’ın ahdini (tevhide dair verdikleri sözü) eksiksiz yerine getirir, sözlerini de bozmazlar. Onlar ki; Rablerinin birleştirilmesini emrettiği (akrabalık, komşuluk, İslam kardeşliği gibi) bağları birleştirirler. Rablerini (hakkıyla tanıdıklarından) Rablerinden (saygıyla) korkar ve hesabın kötüsünden korkarlar. Onlar ki; Rablerinin rızasını elde etmek için sabreder, namazı dosdoğru kılar, onlara rızık olarak verdiklerimizden gizli açık (sürekli) infak eder, kötülüğü iyilikle savarlar. Böylelerine (ahiret) yurdunun (güzel) akıbeti vardır. (O akıbet de şudur:) İçine girecekleri Adn Cennetleri’dir. Onların babalarından, eşlerinden, soylarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. Ve melekler her kapıdan onların yanına girip, ‘Sabretmenize karşılık size selam olsun!’ (derler.) (Bu) yurdun akıbeti ne güzeldir.”[62]

“Şüphesiz ki müminler, kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki; namazlarında huşu içerisindelerdir. Onlar, boş şeylerden yüz çevirir, ilgi duymazlar. Onlar, zekât sorumluluğunu yerine getirirler. Onlar, iffetlerini korurlar. Eşleri veya cariyeleri müstesna. Bunlarla (beraber olmaları) nedeniyle kınanmazlar. Kim de bundan ötesini arar (eşi ve cariyesi dışındakilerle beraber olmaya yeltenirse), işte böyleleri haddi aşanlardır. Onlar, (gerek Rableriyle kendi aralarında gerek insanlarla aralarında var olan) emanetlerini ve sözlerini gözetirler. Onlar, (vakitlerine, şart ve rükünlarına, huşu ve sünnetlerine dikkat ederek) namazlarını korurlar. İşte bunlar vâris olanlardır. Onlar, Firdevs Cennetleri’ne vâris olurlar ve orada ebedî kalırlar.”[63]

“Rahmân’ın kulları yeryüzünde tevazu ile yürür. Cahiller kendilerine sataştığı zaman: ‘Selam olsun size!’ derler. Onlar, geceyi Rableri için secdede ve kıyamda geçirirler. Onlar ki: ‘Rabbimiz! Cehennem azabını bizden çevir. Şüphesiz ki onun azabı, sürekli ve katlanılması zor bir cezadır.’ derler. ‘Şüphesiz ki o, ne kötü bir yerleşim yeri ve ne kötü bir konaktır.’ Onlar, harcadıklarında israf ve cimrilik etmez, bu ikisi arasında (dengeli) bir yol tutarlar. Onlar, Allah’la beraber başka bir ilaha dua etmez, (İslam’ın izin verdiği kısas gibi meşru bir) hak olmaksızın, Allah’ın haram kıldığı cana kıymaz ve zina da etmezler. Kim de bunları yaparsa bir cezayla karşılaşacaktır. Kıyamet Günü’nde azabı kat kat arttırılacak, (azabın içinde) aşağılanmış bir hâlde ebediyen kalacaktır. (Fakat) tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler bunun dışındadır. Allah, bunların günahlarını sevaba çevirir (ya da şirklerini imana, cinayetlerini ıslaha, zinalarını iffete çevirir). Allah (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir. Kim de tevbe edip salih ameller işlerse şüphesiz ki o, tevbesi makbul olarak Allah’a dönmüş olur. Onlar, yalana şahitlik etmezler. Boş/yararsız/batıl bir şey gördüklerinde, değerli/onurlu insanların tavrını sergileyerek yüz çevirip giderler. Onlar, Rablerinin ayetleri kendilerine hatırlatıldığında sağır ve kör gibi davranmazlar. (Kulak kabartıp, anlamaya çalışırlar.) Onlar ki: ‘Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan göz aydınlığı/sevinç ve huzur kaynağı olacak kimseler ihsan et. Ve bizi muttakilere imam/öncü kıl.’ derler. İşte bunlar, sabretmelerine karşılık (cennette özel konuklar için hazırlanmış) odalarla mükâfatlandırılırlar. Ve orada selamlanma ve esenlik temennileriyle karşılanırlar. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşim yeri ve ne güzel bir konaktır. De ki: ‘Şayet duanız olmasaydı Allah katında bir kıymetiniz olur muydu? Ancak sizler yalanladınız. (Yalanlamanızın karşılığı olarak azap) kaçınılmaz olacaktır.’ ”[64]

Bu ayetler, müminlerin özelliklerini anlatan toplu ayetlerdir… Kur’ân’da mü minlerin özelliğini anlatan onlarca ayet vardır. Her birimiz nefsimizi ayetlere arz etmeli ve ne oranda iman ettiğimizi tespit etmeliyiz. Aksi takdirde Allah’ın ve Resûl’ünün şu tehditlerine maruz kalmamız ân meselesidir:

“Bedeviler: ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz. Fakat ‘teslim olduk’ deyin.’ (Çünkü) iman henüz kalplerinize girmiş değildir. Şayet Allah’a ve Resûl’üne itaat ederseniz (Allah,) amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz ki Allah, (günahları bağışlayan, örten ve günahların kötü akıbetinden kulu koruyan) Ğafûr, (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’dir. Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah’a ve Resûl’üne iman etmiş, sonra da şüpheye düşmeden Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad etmişlerdir. Bunlar, sadık olanların ta kendileridir.”[65]

Ebu Berze El-Eslemî’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Ey diliyle iman ettiğini söyleyen, fakat kalbine iman girmeyen insanlar topluluğu! Müslimlerin gıybetini yapmayınız. Onların ayıplarını araştırıp durmayınız. Çünkü kim onların ayıplarını araştırırsa Allah da onun ayıplarını araştırır. Allah (cc) kimin ayıbını araştırırsa; o ayıbı evinde dahi olsa açığa çıkarır.”[66]

Taziye

Allah’ın aldığı da O’nundur verdiği de O’nundur. Her şey O’nun yanında belirlenmiş bir ecele tabidir. Şüphesiz ki biz Allah’a (cc) aidiz ve şüphesiz yine O’na döneceğiz. Allah’ım! Bu musibetimizde bize ecir ver ve daha hayırlısıyla bizi rızıklandır.

Bazı insanlar şer’i nasların tefsiri gibidir. Bir nassı anlattıktan sonra “İşte bu!” diye o insana işaret edebilirsiniz. Kimseyi Allah’a (cc) karşı temize çıkarmıyorum, herkesin hakikatini bilen Allah’tır. Kanaatimce, vefat eden Ahmet Kardeşimiz okuyacağımız şu iki nassın amelî tefsiriydi:

Mus’ab ibni Sa’d’dan (rh) şöyle rivayet edilmiştir:

“Babam Sa’d (cesur ve varlıklı olduğu için) ashabın geri kalanına göre kendisinin daha imtiyazlı ve üstün olduğunu düşünürdü.

Bunu fark eden Nebi (sav) şöyle dedi: ‘Sizler içinizdeki zayıf olanlarınızdan başka bir sebepten dolayı mı yardım olunduğunuzu ve rızıklandığınızı sanıyorsunuz?”[67]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:

“Saçı başı dağınık, ayakları tozlu olup Allah yolunda atının yularını tutan kişiye müjdeler olsun! Bütün güzellikler onundur. Bu kimseye eğer görev verilirse öncü birliklerle ileri gidip nöbet tutar; yok, geri hizmeti yapacaksa bu görevini de en iyi şekilde yerine getirir. Oysa bu kimse bir yere girmek için izin isteyecek olsa kendisine izin verilmez, herhangi bir hususta aracılık etse aracılığı kabul olunmaz.”[68]

Korona sebebiyle vefat eden Ahmet Kardeşimiz, bana yılda bir kez mektup gönderirdi. Arapça, Türkçe ve Farsça karışık; kısa ama sıcak mektuplar. O mektuplara toplu bir cevap olsun bu satırlar: Biz senden razıydık, Allah da (cc) senden razı olsun… Biz seni seviyorduk, Allah da (cc) seni sevsin… Dünyadaki sessiz ve mütevazi yaşamına mukabil, cennette kendin gibilere komşu olasın… Dünyada yurtsuzdun, cennet sana yurt olsun… Kelimenin taşıdığı tüm anlamıyla söylüyorum:

Allah’a (cc) emanet ol!


[1]. 14/İbrahîm, 24-26

[2]. 59/Haşr, 21

[3]. 14/İbrahîm, 25

[4]. 29/Ankebût, 43

[5]. En’âm Suresi Tefsiri, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s. 339-341

[6]. bk. Mevsuâtu’t Tefsîri’l Me’sûr, 12/220, 39640 no.lu rivayet

[7]. bk. Tefsîru’l Kutubî, 9/359, İbrahîm Suresi, 24. ayetin tefsiri

[8]. age.

[9]. 14/İbrahîm, 24-25

[10]. bk. Vucûhu’l Beyân Fî Emsâl’i Kur’ân, Semîre Adlî Muhammed Rızk, s. 193

[11]. bk. Tefsîru’r Râzî, 13/547, İbrahîm Suresi, 24. ayetin tefsiri

[12]. bk. Zâdu’l Mesîr, 2/510, İbrahîm Suresi 24. ayetin tefsiri

[13]. bk. Tefsîru’r Râzî, 13/548, İbrahîm Suresi 24. ayetin tefsiri

[14]. age. 13/547, İbrahîm Suresi 24. ayetin tefsiri

[15]. bk. 17/İsrâ, 70

[16]. Bedâiu’t Tefsîr, 2/451, İbrahîm Suresi 24. ayetin tefsiri

[17]. 2/Bakara, 152

[18]. 29/Ankebût, 45

[19]. Buhari, 3209; Müslim, 2637

[20]. Vucûhu’l Beyân Fî Emsâl’i Kur’ân, Semîre Adlî Muhammed Rızk, s. 194

[21]. Buhari, 131; Müslim, 2811

[22]. Buhari, 5444

[23]. Müslim, 2999

[24]. 36/Yâsîn, 11

[25]. Buhari, 1423; Müslim, 1031

[26]. Buhari, 6022; Müslim, 1008

[27]. bk. El-Câmiu Li Kelâmi İbni Teymiyye Fî’t Tefsîr, 4/111; Hedâiku’r Revhi ve’r Reyhân, 14/376-380, İbrâhim Suresi 24-26. ayetlerin tefsirleri

[28]. Müslim, 35

[29]. Amel iman ilişkisine dair bk. Akaid Dersleri, Halis Bayancuk, Tevhid Basım Yayın, s.65-67

[30]. Ahmed, 8710

[31]. Bedâiu’t Tefsîr, 2/452-453, İbrahîm Suresi, 24. ayetin tefsiri

[32]. age.

[33]. Buhari, 7466; Müslim, 2809

[34]. 2/Bakara, 83

[35]. 6/En’âm, 152

[36]. 20/Tâhâ, 43-44

[37]. 33/Ahzâb, 70

[38]. 33/Ahzâb, 70-71

[39]. 13/Ra’d, 17

[40]. 48/Fetih, 29

[41]. Tefhîmu’l Kur’ân, 2/551, İbrahîm Suresi, 24. ayetin tefsiri

[42]. 14/İbrahîm, 26

[43]. bk. Mekâyîsu’l Luğa, 2/238, h-b-s maddesi

[44]. El-Mufredât, s.272-273, h-b-s maddesi

[45]. 10/Yûnus, 68

[46]. 12/Yûsuf, 39-40

[47]. bk. 4/Al-i İmran 151; 6/En’âm, 81; 7/A’râf, 33; 7/A’râf, 71; 12/Yûsuf, 40; 22/Hac, 71; 53/Necm, 23

[48]. bk. 22/Hac, 71; 18/Kehf, 5; 43/Zuhruf, 20; 53/Necm, 28

[49]. 39/Zümer, 64

[50]. 53/Necm, 27-28

[51]. bk. 13/Ra’d, 17

[52]. Tefhimu’l Kur’an, Mevdudi, 2/551

[53]. bk. Kur’ân Tefsirinde Farklı Yaklaşımlar, M. Demirci, 2/95

[54]. 21/Enbiyâ, 98

[55]. 22/Hac, 31

[56]. Vahyin Rehberliğinde En’âm Suresi Tefsiri, Halis Bayancuk, s. 446

[57]. Tefhîmu’l Kur’ân, 3/363, Hac Suresi, 31. tefsiri

[58]. bk. 55/Rahmân, 2

[59]. bk. 67/Mülk, 14

[60]. 3/Âl-i İmran, 190-194

[61]. 8/Enfâl, 2-4

[62]. 13/Ra’d, 20-24

[63]. 23/Mü’minûn, 1-11

[64]. 25/ Furkân, 63-77

[65]. 49/Hucurât, 14-15

[66]. Ebu Dâvud, 4880

[67]. Buhari, 2896

[68]. Buhari, 2887

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver