Muhammed (sav) -Medine’de İslâm Devleti’ni kurduktan sonra- Ümeyyeoğullarını büyük bir başarıyla sakinleştirdi. Onlara pasif görevler vererek ortalığı karıştırmalarına engel oldu. Onlar da böylece sükûnetlerini koruyarak İslâm toplumu içinde niyetlerini ve duygularını gizlemeyi sürdürdüler. İslâm Devleti’nin (622-632 yılları arasında geçen) bu ilk aşamasında tam anlamıyla disiplinli ve huzurlu bir ortam sağlanmış oldu, güçlü bir toplum düzeni tesis edildi. Onun için bu süre -çok kısa da olsa-, evrensellik ve insancıllık bakımından en ideal bir dönem olarak beşeriyet tarihine geçmiştir. Gerçekçiliğin ve erdemliliğin her alanda öne çıktığı bu on yıl içindeki ahlâk ve gidişat, berrak ve parlak bir zihniyet tablosu olarak tarih sayfalarında yerini almıştır. Dolayısıyla, “Asr-ı Saadet” nitelemesi eğer bu tabloyu ifade etmek için kullanılıyorsa doğrudur.
Ancak Ali (ra), -Muhammed’in (sav) vefatından 24 yıl sonra- 17 Haziran 656 günü devlet başkanlığına seçilince Ümeyyeoğulları’nın, gizlediği niyet yavaş yavaş depreşmeye başladı. Bu aileden Şam Valisi Muaviye[1] -yakını olan Halife Osman’ın (ra) öldürülmesi olayını bahane ederek-, yeni Devlet Başkanı Ali’ye (ra) başkaldırdı. “Tahkîm Olayı”ndan[2] sonra- aralarında patlak veren Sıffin Savaşı;
Ali’nin (ra) suikast sonucu öldürülmesi; her Cuma günü bütün camilerin minberlerinde ona sövülmesi; yerine seçilen oğlu Hasan’ın (ra) devlet başkanlığından zorla istifa ettirilmesi; yemeğine zehir bulaştırılarak öldürülmesi; Muaviye oğlu Yezid’in yönetimine başkaldıran Hüseyin (ra) ve ailesinden 72 kişinin Kerbelâ’da öldürülmesi[3] olaylarıyla birlikte- Ümeyyecilik; bu kez Muaviyecilik olarak devam etmeye başladı. Muaviye’nin Arap ırkçılığı eşliğinde sürdürülen bu mirası ve özellikle 707’de Türklere karşı girişilen ve 15 yıl süren kanlı olaylar, bu kez asırlar sonra Müslümanlık adı altında bir intikam dininin örülmesini hazırladı.
Bu zincirleme hadiselerin bir sonucu olarak iyice yerleşen ve kısa zamanda yaygınlaşan Muaviyeci zihniyetin baskısı altında -Hasan’ın (ra) istifasıyla birlikte devlet ve toplum rejimi olarak ortadan kalkan- İslâm’ın geriye kalan canlı izleri çok geçmeden silindi. İran’ın fethindan sonra yapılanan Fars Müslümanlığının büyük etkisi; -özellikle Orta Asya’da Emevî ordularının işlediği cinayetlere duyulan şiddetli tepkiler-, Türk Müslümanlığının altyapısını hazırlamış oldu.
Bu dönemin zihniyetini tam anlamıyla keşfedebilmek için Cüneyd-i Bağdadî (830- 910) ile başlayan ve Ebu’l-Hasan el-Harakanî (öl. 1034) ile son bulan Arap mistisizminin karakterini iyice bilmek gerekir. Çünkü -o günlerde- Ortadoğu’da zihniyeti şekillendirici en önemli etkenlerin başında -akademik çevreler tarafından “Zühtçü Fars-Arap Tasavvufu” olarak nitelenen- bu anlayış gelmektedir. Bu akımın üç önemli özelliği vardır; Hulûliyecidir, Harabâtçıdır, iman kavramına yer vermez… Orta Asya’da 1200’lerde yapılanmaya başlayan “Evliyacı Türk Tasavvufu” ise bu zihniyete tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bu din de (Fars-Arap Tasavvufu gibi) iman kurumuna yer vermemektedir.[4] Fars-Arap Tasavvufu, Hristiyanlığın, Yahudiliğin ve Zerdüştîliğin etkisi altında yapılanmış olan ve daha çok köpeksi yaşam tarzını benimseyen panteist bir mistik felsefe özelliğini taşıyordu. Evrendeki her zerreyi yaratıcı gücün parçaları olarak gören bir ana fikir etrafında geliştirilmişti. Fars-Arap Tasavvufu, Meşhur “Ene’l-Hakk” söylemi ile temsil edilen, şekle ve görüntüye önem vermeyen, şathiyeci ve ibâhiyeci bir özellik taşıyordu.
Bu ilgiyle rahatça diyebiliriz ki; gerek 610-661 zaman aralığında geçen İlk İslâm Devleti döneminde; gerekse Muaviye ile başlayan monarşi döneminde -ve 850 yılına kadar devam eden Abbasilerin yükselme döneminde- toplumun -özellikle Orta Doğu’da yaşayan kesiminin- büyük kısmı Allah’ın birliğine -Kur’ân eksenli olarak- inanıyordu. Çünkü -iman kurumunun bekçileri olan ikinci ve üçüncü kuşak- selef âlimleri 700 ilâ 850 yılları arasında yaşamışlardır. Dolayısıyla bu iki seçkin nesil sayesinde Tevhid inancı -bu süre içinde de- korunabilmiştir. Buna “Tevhidî Zihniyet Dönemi” diyebiliriz. Ancak şu gerçeği hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak icap eder; Muaviyeci zihniyet, gerek İslâm’ın bu erken çağında, gerekse sonraki yüzyıllarda tevhidî zihniyeti baskısı altına alarak -her şeye rağmen günümüze kadar- düşünceyi etkilemeye devam etmiştir. Dolayısıyla, Muaviyeci yönetimle birlikte yeniden, -fakat bu kez başka bir kisve içinde- ortaya çıkan cahiliye rejimi eşliğinde; 850 yılından itibaren yayılmaya başlayan panteist Fars-Arap Tasavvufunun, “imansız evliyalık” inancının, Şuûbiyeciliğin ve Antik Yunan Felsefesinin etkileri iman kurumunu zedelemiştir. Bu nedenle Milâdî 850’den sonra Allah’ın birliği inancı, -açıkça inkâr edilmek yerine- ilginç ve spekülatif yorumlarla -zamanın akışı içinde- tahrip edilmiştir. Bunu da “İkinci Cahilî Zihniyet Dönemi” olarak adlandırmak yanlış olmaz.
661-850 yılları arasındaki ilk evresinde Muaviyeciliğin başlıca iki ideolojik özelliği vardı: Arap ırkçılığı ve Ehl-i Beyt düşmanlığı. Muaviyeci zihniyetin gerek günümüze kadar devam eden etkileri, gerekse ona karşı doğan tepkiler gerçekten hayret ve dehşet uyandırıcıdır. Ali’ye (ra) karşı girişilen isyanda Muaviyeci zihniyetin sergilediği yanıltıcı ve spekülatif duruşun tetiklediği iki olay vardır ki İslâm tarihinde büyük yaralar açarak günümüze kadar devam etmiştir. Önemle vurgulamak gerekir ki İslâm Ümmetinin çöküş süreçleri, işte bu zihniyet ve ona karşı doğan tepkilerle başlamıştır.
Muaviyeci zihniyete karşı doğan ilk tepki Haricilik hareketidir. Haricilik: “din dışılık ve onun doğal akışına karşı direniş” anlamını taşıyan; şiddet yanlısı, ilkel ve fanatik bir dinî-siyasî zihniyetin sembolüdür. Haricilikte, diyalog yoktur; Haricîler, genelde muhataplarına sözlü savunma için bile fırsat vermezler. Ali’ye (ra) karşı suikast düzenledikleri ve onu şehit ettikleri gece, Muaviye’ye karşı da aynı gece, aynı girişimde bulunmuş, ancak amaçlarına ulaşamamışlardır. Onun için Haricilerle ancak aynı dil ve aynı yöntemlerle karşılık vermek çoğu kez zorunlu hale gelir. Nitekim bu yüzdendir ki eski Haricîlerin devamı olan günümüzdeki Vahhabîler ve onların yetiştirdiği “Cihâdî Selefiler”le anlaşmak nedeyse imkânsızdır. Bu hareketin bağlıları, çoğunlukla Arap kökenlidirler. Bunlar, -tarih boyunca ve günümüzde- en az Müslümanlar kadar İslâm’ı tahrip etmede etkili olmuşlardır. Nitekim Arap Haricîliği de aynen Türk Müslümanlığı ve İran Şii Moselmânîliği gibi tehlikeli ve İslâm ile – gerçek anlamda- hiçbir ilişkisi bulunmayan yıkıcı bir dindir.
Muaviyeci zihniyete karşı doğan ikinci tepki ise Şiiliktir. Şii; Arapça’da yandaş, taraftar demektir. Bu harekete katılanlara ilk zamanlarda “Şiatu Ali/ علي شيعة”, yani “Ali taraftarları” adı veriliyordu. Erken dönem Şiilerin hepsi Arap kökenli idiler ve giriştikleri hareket tamamen İslâm anayasasına uygun bir siyasi karakter taşıyordu. Bu topluluk tevhidî inanca bağlıydı. Muaviyeci zihniyetin, bu gruba karşı izlediği tutum çok sertti. Muaviye, hâkimiyetini güçlendirdikten sonra Şiileri susturmak ve sindirmek için her yola başvurdu. Valilerin her Cuma günü, hutbelerinde Ali’ye (ra) sövmelerini emretti. (Bu gelenek 40 yıl kadar sürmüştür). Nitekim yönetimi ele geçirdiği ilk yıllarda Ali (ra) yandaşlarından Hucr bin Adiyy El-Kindî (öl. 671) adındaki şahsiyet -bu geleneğe karşı çıktığı için- altı arkadaşı ile birlikte -hiçbir yargılama yapılmadan- idam edilmişlerdir. Böylece Şiilere ağır bir gözdağı verilmiştir.
Sasanî İmparatorluğunun İslâm topraklarına katılmasını hiçbir zaman hazmedemeyen İranlıların kurduğu (dinî-siyâsî) Şiilik, hem komplocu İbni Sebe Şiiliğin’den, hem de -Ali (ra) yandaşlığı olarak bilinen- ilk dönem Tevhidî Şiilik’ten çok farklıdır. İran Şiiliği’nin temelinde Megalo-Pers hayâli, Arap nefreti ve İslam’dan intikam duygusu yatar. Bu zihniyet, “Zühtçü Fars-Arap Tasavvufu” kisvesindeki ilk mistik akım eşliğinde başlatılan Şuûbiyecilik (İran milliyetçiliği) temeli üzerinde yapılandırılmıştır. Bu ideal, Büyük Darius Dönemi’ne yeniden kavuşma özlemine dayanmaktadır. 850’li yıllardan itibaren zihinleri meşgul etmeye başlayan bu hayâl, tarihin akışı boyunca değişen konjonktüre göre farklı ivmeler kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. İslâm’a karşı “Moselmanî” adı altında bir alternatif din olarak yapılanan Şiilik, -İslâmî değerleri ve İslâmî argümanları yoğun biçimde kullanarak tarih boyunca- ona karşı yanıltıcı ve spekülatif bir savaş sürdürmüştür. Bu savaşı günümüzde de amansızca sürdürmektedir. Bugün de İran’da -hemen her alanda- yoğun bir İslâmî terminoloji ve yazıda Arap alfabesi kullanılmaktadır. Bunlar, 1400 yıldır İranlıların İslâm’a karşı verdikleri savaşın önemli stratejilerindendir. Ancak bu dolaylı savaşın, -Safevî Devleti’nin kurulduğu 1500’lerin başından itibaren- daha farklı bir mecraya girerek devam ettiğini söylemek gerekir.
Şiilik, 1200’lerde kurulan Türk Müslümanlığı için ilham kaynağı olmuştur. Ancak Şiilik, -belirgin özellikleriyle- Türk Müslümanlığından büyük farklılıklar göstermiştir. İkisinin ortak özelliği “Arabizme karşı direniş”tir. Ne var ki bu her iki dinin, direndiği “Arabizm”, aslında “Kur’ân’daki İslâm”’dan başka bir şey değildir! Dürüst olmak gerekirse, bu iki yapıdan hiç birini İslâm’la doğrudan ilişkilendirmek mümkün değildir. Örneğin bunları İslâm’ın birer mezhebi ya da ondan dönüştürülmüş birer akım olarak nitelemek gerçekçi bir tespit olamaz. Fakat -hiçbir şeyin yanlış anlaşılmaması için- şu gerçeği de hemen ifade etmek gerekir ki günümüzün gerek Arabist Vahhabiliğine, gerekse millileştirilmiş bütün Arabist dinsel akımlara da aynı açıdan bakmak gerekir. Nitekim “Arap dindarlığı” kapsamındaki akımların tümü de bu iki din gibi “Kur’ân’daki İslâm”a karşı alarm hâlindedirler. İşte İslâm’ı bu dinlerden ayıran kırmızı çizginin sırrı burada saklıdır.
[1] .Muaviye (602-680), Ümeyyeoğullarından Mekke Site Devleti’nin en son başkanı olan Ebu Süfyan’ın (560-652) oğludur. Mekke’nin fethedildiği sabah iman etti. (?) Peygamber (sav) onu vahiy kâtipliği ile görevlendirerek kendisini ve ailesini İslâm’a ısındırmaya çalıştı. Osman (ra) tarafından 645 yılında Şam Valisi olarak görevlendirildi. 11 yıl bu görevde kaldı. İslâm Devleti’nin üçüncü başkanı Osman’ın (ra) 656 yılında isyancılar tarafından öldürülmesi üzerine başkan seçilen Ali (ra) onu görevden almak isteyince başkaldırdı. Aralarında, 26 Temmuz 657 günü Sıffin Savaşı patlak verdi. 661 yılında Ali’nin (ra) suikast sonucu hayatını kaybetmesi üzerine yerine geçen oğlu Hasan’ı (ra) çok geçmeden istifaya zorladı ve ardından tüm İslâm dünyasına hâkim oldu. Böylece İslâm’ın katılımcı ve özgürlükçü devlet nizamı geri dönüşsüz olarak ortadan kalkmış oldu. 680 yılında oğlu Yezid’i yerine veliaht tayin ettikten sonra öldü.
[2] .Tahkîm, Arapça tef’îl (تَفعِيل) babından bir mastardır. Sözlük anlamıyla, anlaşmazlıkta bir arabulucuya başvurmak demektir. Terimsel anlamda ise Sıffîn Savaşı (657) sırasında, Ali (ra) ile Muaviye arasında yapılmış olan arabuluculuk amaçlanmaktadır.
Tahkîm, İslâm tarihinde yer almış ve sonuçları Asya kıtası üzerinde yaşayan toplumların hayatını günümüze kadar -1400 yıldır- dramatik şekilde ve çok yönlü olarak etkilemiş bulunan son derece önemli bir hadisedir.
Tarihî kaynaklarda genişçe yer verilen bu olayın özeti şudur: Halife Osman’ın (ra) öldürülmesini bahane ederek yerine seçilmiş olan Ali’ye (ra), Şam Valisi Muaviye başkaldırınca aralarında savaş patlak verdi. İkisinin komuta ettiği ordular Suriye ovasında, Sıffîn denen yerde karşılaştılar. Muaviye’nin askerleri mızraklarının ucuna Kur’ân sayfalarını takınca savaş durduruldu. Ali (ra) bu hileye kanarak onunla pazarlığa girmeyi kabul etti. Böylece büyük bir siyasi hata işledi. Çünkü işgal ettiği makamı, Muaviye’nin statüsü ile eşitlemiş oldu. İki tarafın tayin ettiği hakemler danışıklı şekilde anlaşarak Ali’nin (ra) devlet başkanlığını geçersiz saydılar. Bu ise Ali’nin (ra) kendi temsilcisini seçerken duygusal davrandığı anlamına gelir ki bu da onun siyasi yetenekten çok uzak olduğunu kanıtlamaktadır. Yerine geçen oğlu Hasan’ın, 6 ay 3 gün sonra 29 Temmuz 661 tarihinde Muaviye lehinde başkanlıktan çekilmesiyle birlikte devlet ve toplum nizamı olarak İslâm, yürürlükten kesin şekilde kaldırılmıştır. İslâm, o tarihten günümüze kadar -hiçbir zaman- devlet ve toplum nizamı olarak uygulanmamış, daha doğrusu uygulanamamıştır.
[3] .Kerbelâ: Bugünkü Irak’ta, Bağdat’ın yaklaşık 100 km. güneybatısına düşen bir kentin adıdır. Bugün itibarıyla 1340 yıl önce burası henüz çöl iken, Ali’nin (ra) oğlu Hüseyin (ra), 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680 tarihinde) ailesi ve onlarca yakını ile birlikte burada Emevi askerleri tarafından kuşatılmış ve öldürülmüşlerdir. Bu hadise, tarihe “Kerbelâ Olayı” olarak geçmiştir.
Babası Ali’nin (ra) ve büyük biraderi Hasan’ın (ra) Ümeyyeciler tarafından organize edilen bir dizi komplolar sonucu hayatlarını kaybetmeleri üzerine muhtemelen; hem onların intikamını almak hem de -gasp edilmiş hakkı olduğuna inandığı- devlet başkanlığını elde etmek üzere Hüseyin (ra), dönemin Emevi Lideri Yezid bin Muaviye’ye karşı çıktı. Tarihî kaynaklarda genişçe yer alan bu olay sırasında Hüseyin (ra) ve yakınları, Yezid bin Muaviye tarafından görevlendirilen Ubeydullah bin Ziyad’ın askerleri tarafından şehit edildiler. Kadınlar ve sağ kalabilmiş olan çocuklar ise esir alındılar.
[4] .“Proto Tasavvuf” olarak da isimlendirebileceğimiz ham ve ilkel mistisizmde esasen iman kavramı yoktur. Çünkü bu düşünce, esas itibarıyla ibâhîdir. Bu düşünce tarîkat teorisyenleri tarafından -İslâm terminolojisiyle ve asırların akışı içinde- yeniden düzenlenmiş ve Müslümanlık için bir altyapı, bir arka plan hâline getirilmiştir. Ham tasavvufun cazibesi; onun,
a. şiddetin her türüne karşı olmasında
b. sınırsız sevgi ve özveriye önem vermesinde ve
c. taraflar razı olursa -insan ilişkilerinde- hiçbir yasağa yer vermemesinde saklıdır.
Türkistan Tasavvufu bu temele dayanır. Ancak -Arap tasavvufunun aksine- Türkistan Tasavvufu ibâhiyeciliğe kapalıdır. Bununla birlikte “Allah” kavramı yerine “Evliya” kültüne dayanır. Nitekim Türkistan’ın Şamano-Budist Müslümanlığı’nın altyapısını oluşturan Yesevilikteki “Allah”tan amaç, Kur’ân’ı Kerim’de esma ve sıfatları zikredilen Zat-ı İlâhiye değildir.
İlk Yorumu Sen Yap