İslam’dan Müslümanlığa Zihniyet Değişim Süreçleri – 2

Değişim, aslında doğal ve evrensel bir gerçektir. Zihniyetlerdeki değişim de bir tarih gerçeğidir. Her zihniyet, belli sebeplere dayalı olarak zamanla değişir ve çeşitli sosyal ve toplumsal sonuçlar doğurur. Onun için bu değişimler hem tarihçileri hem de sosyologları birinci derecede ilgilendirir.

Günümüzün zihniyetleri, hiç kuşku yok ki geçmişteki olayların sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır. Bu hadiselerin tümünü kaydetmiş olan hakiki tarih, -anıtsal nitelik kazanmış olan sayfaları boyunca- bunların çok uzun bir öykü zincirini barındırmaktadır. Aynı zamanda bu zincirin her halkası sonsuza dek kalıcı hale gelmiştir. Nitekim -tarihin sayfalarına o kadar derin kazınmışlardır ki- hiç kimsenin, onları ne değiştirmeye ne de silmeye gücü yeter. Dolayısıyla tarihî gerçekleri çarpıtmaya kalkışanların yaptıkları, -mutlak surette- bir gün ortaya çıkar ve failleri bilim otoriteleri tarafından mahkûm edilirler.

Buna rağmen, ne büyük talihsizliktir ki başta Türkiye toplumu olmak üzere Ortadoğulu halklar, gerçek tarihle yüzleşmeyi asla istemezler. Bu yüzden bilim adamları hariç, bölgemizde hemen hiç kimse, ilk İslâm toplumunun olaylara ve hayat gerçeklerine bakışını merak etmemektedir. Aksine, geçmişin gerçeklerini -öğrenmek şöyle dursun- onları anlamaya çalışmaktan bile şiddetle kaçınmaktadırlar; özellikle günümüzde üretilmiş olan hayalî (ya da popüler) tarihle avutulmakta ve yönlendirilmektedirler. Bu nedenledir ki çeşitli karşıt kamplara bölünmüş olan bu kalabalıkların herhangi bir grubuna İslâm tarihinin ilk dönem gerçeklerini anlatmak, onu kışkırtmak için yeterlidir. Nitekim bölgemizde bugün cereyan etmekte olan din ve mezhep savaşlarının birincil nedeni aslında budur. Hiç şüphe yok ki bunun arkasında, tarihe hesap verememe korkusu yatmaktadır. Dolayısıyla bu manzara (Türk, Kürt, Arap, Fars, Berberî, Tuareg, Tacik, Peştun, Hazara, vs.) Ortadoğulu insanın zihniyetini yansıtmak bakımından ibret vericidir.

Yukarıda adları geçen üç dinin[1], İslâm’dan mı koparılarak dönüştürüldükleri, yoksa bağımsız birer din olarak mı projelendirildikleri noktası, bilim otoriteleri tarafından henüz kesin şekilde açıklığa kavuşturulmuş değildir. Ancak bu konuda şöyle bir hipotez ortaya koymak tarihî gerçeklere ters düşmeyecektir; Arap Haricîliğinin, ilk olarak Ali’nin (ra) devlet başkanlığı döneminde ortaya çıkmış olması bu dinin İslâm’dan dönüştürüldüğünü kanıtlar gibidir. Nitekim Haricîlik kelimesi telâffuz edildiği her yerde ve her zamanda akla ilk gelen şey “tekfir”dir. Onun için İslâm coğrafyasında çok tanrıcılığa karşı en duyarlı dinî hareket olan Haricîlik, aynı zamanda “tevhid”i de güçlü bir şekilde çağrıştırmaktadır ki tevhid İslâm’ın temel taşıdır. Büyük ihtimalle İslâm’dan dönüştürülerek yapılandırılmış olan bu Arap dininin, arka planı, maalesef hâlâ yeteri kadar irdelenmemiştir. Haricîler tarafından tevhid ve tekfir kavramları etrafında geliştirilen fanatik zihniyet ise, tarihsel tertip itibariyle Ümeyyeciliğe karşı ortaya çıkmış olan ve ikinci sırada yer alan, fakat çok geçmeden mecra değiştirmiş bulunan antropomorfik bir çöl zihniyetini temsil eder; Allah Teâlâ’yı insanlaştırılmış olarak tasavvur eder.

Akademik kariyerleriyle “dokunulmaz birer statü” avantajını kazanmış olan ve bu sayede istedikleri gibi yorum yapan yerli oryantalistler, bu tespite itibar etmiyor olsalar da bugün Ortadoğu’da yaşananlar bu üç dinin İslâm’la doğrudan ilişkilendirilemeyeceğini yeteri kadar kanıtlamaktadır. Ne var ki -ilmî birikimiyle haklı bir ün ve saygınlık kazanmış olmasına rağmen- bu oryantalistlerden Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak bu gerçeği görmezden gelmekte, geçmişteki köklü zihniyet tepkileşimlerini “farklılaşma” tabiriyle tolere etmeye çalışmaktadır. Sayın Ocak, bu üç dinin oluşumu hakkındaki kanaatini şu spekülatif ifadesiyle açıklamaktadır:

“İslâm’ın tarihsel süreç içinde farklı coğrafyalarda, hatta aynı coğrafya içinde sosyal ve kültürel farklılıklar sebebiyle aldığı görünümler de çok tabii olarak farklılaşacaktır. Nitekim bugün İslâm dünyası üç büyük İslâm yorumunu paylaşan bir coğrafyanın üzerinde bulunmaktadır: Sünnî İslâm, Şiî İslâm, Haricî İslâm.”[2] Oysa yazarın hayranlık duyduğu ve eserlerinde övdüğü Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, -bu kanaatin tam aksine- örneğin Şiiliği, “Zerdüşt akidelerini, İslâm’ın kisvesi altına sokulmuş bir din” olarak nitelemektedir.[3] Aslında doğru olan, Köprülü’nün bu kanaatidir. Çünkü 622-661 yılları arasındaki ilk İslâm toplumunun sosyal tablosu her yönüyle o kadar çok değişmiştir ki günümüzde kitap, konferans ve film gibi araçlarla canlandırılan bu tablonun sahneleri -büyük ölçüde- gerçekleri yansıtmamaktadır. Nitekim bu dönemin olaylarını -özellikle üçüncü yüzyıldan sonra- yazıya geçiren kalemlerin birçoğu eleştirilmiştir.[4]

Zamanın akışı boyunca İslâm’a yamanmış olan toplumlara tarih boyunca yön çizen fetihler, iç savaşlar, taht kavgaları, isyanlar, ideolojik, mistik, ilmî ve felsefi hareketler gibi -bir çırpıda sayılamayacak kadar- birçok olay yaşanmıştır. Bunlar incelenmeden günümüzün zihniyetlerini değerlendirmek mümkün değildir. Bu da köklü bir akademik eğitimin yanı sıra, geniş bir dünya kültürü ve -en önemlisi- birkaç yabancı dil ve İslâm tarihi konusunda geniş birikim gerektirmektedir. Ne yazık ki Türkiye’de bu formasyona sahip insan sayısı çok azdır. Bu ise yüzyıllardır İslâm’ı amaçlarına alet edenlerin niyetlerini (günümüzde) gizlemeye çalışanlara yaramaktadır. Nitekim Muhammed’in (sav) yaşadığı dönemi “Asr-ı saadet” diye niteleyenler aslında o dönemde yaşananları ilginç yorumlarla çarpıtarak gerçek niyetlerini gizlemeye çalışmaktadırlar.

“Asr-ı saadet” nitelemesi çok yeni bir tabirdir. Bu kullanım hakkında yapılmış yorumların aksine; aslında Muhammed’in (sav), ashabı ile birlikte İslâm davası uğruna 23 yıl boyunca verdiği mücadele sırasında uğradığı saldırıları ve çektiği inanılmaz çileyi düşünmekten insanları alıkoymak için bu söylemin tedavüle konmuş olduğu düşünülebilir.[5] Çünkü, Muhammed’in (sav) hayatı -ayrıntılarıyla- bir bütün olarak incelendiğinde, -Kur’ân-ı Kerîm’de sergilenenlerin yanı sıra- onun yaşamış olduğu o kadar çok sayıda olay gündeme gelecektir ki bunların içinde ticaret, ahlâk, zevciyet ve aile hayatı, komşuluk ilişkileri, davet, tebliğ, eğitim, üretim, sağlık, mücadele yöntemi, strateji belirleme, hicret, savaş ve taktikleri, barış, diplomasi, antlaşma imzalama, devlet yönetme ve cezaları infaz gibi kolayca sayılamayacak çeşitlilikte sahneler vardır. İnsanlar bu gerçekleri öğrenince Muhammed’i (sav) sırf rûhânî bir şahsiyet olarak değil, aynı zamanda onun çok güçlü bir siyaset ve devlet adamı olduğunu da tanımış olacaklardır. Bu da toplumun Kur’an’daki gerçek İslâm’dan haberdar olmasına yol açacak ve sonuçta “din ile siyaset birbirine karıştırılacak ve Müslümanlığın büyüsü bozulacaktır!” İşte “Asr-ı saadet” terimini kullanarak zihniyet üreten kaygının içyüzü budur. Onun için Milâdî 610’da başlamış olan İslâm tarihinin akışı boyunca meydana gelen zihniyet değişimlerini kronolojik bir sıra içinde izlemek gerekir. Ancak bu suretle yukarıda adları geçen üç dinin ve doğurdukları çok yönlü sonuçların içyüzünü öğrenmek mümkün olabilecektir.

Bu zihniyetlerin ilki, -hiç kuşkusuz- İslâm’ı henüz beşiğindeyken boğmayı amaçlayan “Ümeyyecilik”tir. Bir siyasi hareket olarak Mekke’de İslâm’ın karşısına çıkan Ümeyyecilik, Arap cahiliyesinin zihniyetini temsil eder. Bu hareketin nasıl başladığını anlamak ise oldukça büyük önem arz etmektedir. Çünkü sonuçları, 1500 yıldır birbirini halka halka üreterek zamanımıza kadar devam etmiştir. Bu hareketin başlangıç aşamasını şöyle özetleyebiliriz:

Mekke Site Devleti’nin yönetimi, Muhammed’in (sav) beşinci atası olan Kusay bin Kilâb zamanından beri Hâşimî ailesinin elinde bulunuyordu. Sonraları devlet başkanlığına yine bu ailenin ileri gelenlerinden (Muhammed’in (sav) üçüncü atası olan) Haşim seçildi. Fakat yeğeni Ümeyye bin Abdişems amcası Haşim ile rekabete girdi. Ondan sonra Haşim’in soyundan gelenlerle Ümeyye’nin soyundan gelenler arasında siyasi çekişmeler başladı ve yıllar boyu devam etti. Muhammed (sav), İslâm’ı tebliğe başladığı sırada devletin yönetimi amcası Ebu Talip’ten sonra Ümeyyeoğullarından Ebu Süfyan bin Harb’in eline geçmişti. Daru’n Nedve adındaki halk meclisi, devlet başkanı Ebu Süfyan tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyordu. Bu sırada ortaya çıkan İslâm’a çağrı hareketi bu iki aile arasındaki çekişmenin tırmanmasına önemli bir bahane oluşturdu. İki aile arasındaki düşmanlık, yıllarca süren savaşlarla alevlenerek nihayet Mekke’nin İslâm ordusu tarafından fethedildiği 11 Ocak 630 sabahına kadar (21 yıl) devam etti. Ancak bu müddet içinde cereyan etmiş olan Bedir ve Uhud savaşları; kiralık katil eliyle Muhammed’in (sav) amcası (Hamza’nın) öldürülmesi, Hendek Kuşatması ve Hudeybiye Antlaşması gibi önemli olaylar -bütün ayrıntılarıyla- okunup incelenmeden, ehil bir siyasi analist gözüyle tahlil edilmeden Ümeyyecilik zihniyetini ve doğurduğu sonuçları anlamak imkânsızdır.[6] Bunu başarmadan 1500 yıllık İslâm tarihinin aşamaları boyunca -bugüne kadar- olup bitmiş binlerce hadisenin içyüzünü öğrenmek de mümkün değildir. Nitekim bu konudaki bilgisizlik nedeniyledir ki günümüzde Sünniler, Şiiler, Aleviler, Vahhabîler, Selefiler, İslâmcılar, İhvancılar, Tarikatçılar, Kemalistler, Baasçılar, Laikçiler, Sağcılar ve Solcular arasındaki dinsel ve ideolojik çekişmeler; ayrıca Araplar, Farslar, Türkler, Kürtler, Berberîler, Tuaregler, Pakiler, Peştunlar, Pencabîler, Sindîler, Belucîler, Hazaralar, Tacikler, Aymaklar, Paşaîler, Nuristanîler ve Pamirîler arasındaki etnik kavgalar çözümsüz kalmıştır. Dolayısıyla bu gruplar, Ümeyyeciliği birinci derecede temel problem olarak ele alıp -İslâm tarihinde birbirini ürüterek çağımıza kadar meydana gelmiş- olaylar arasındaki bağıntılar hakkında kapsamlı bir bilgi birikimine sahip olmadan ve bunun ışığında diyaloğa girmeden Ortadoğu’daki ve Orta Asya’daki karanlık tablo devam edecektir.

İslâm’a karşı çıkmış ilk siyasi hareket olarak Ümeyyecilik incelendiğinde onun iki temel özellik taşıdığını görüyoruz: Sülâlecilik ve atalar dinine bağlılık. Bu iki hususiyet, -kemikleşmiş köklü bir zihniyet olarak- günümüzdeki bütün Müslüman toplumlar tarafından devam ettirilmektedir. Bu ise -tekrar vurgulayalım ki- Müslümanlığın, İslâm’dan tamamen ayrı bir din olduğunu ve onunla hiçbir müşterek özellik taşımadığını ortaya koyan en güçlü kanıtlardan biridir. Onun için 1500 yıl sonra ayrışmış ve karşıt kamplara bölünmüş olan bugünkü Müslüman grupların tümü ırkçıdırlar ve atalar dinine bağlıdırlar. Kur’ân-ı Kerîm’in bu toplumlar tarafından bir anayasa değil, aksine bir “mebed ve mezarlık” kitabı olarak benimsenmiş olmasının nedeni budur.

 


[1] .Bu üç dini şöyle sıralayabiliriz: 1) Arap Haricîliği; 2) Pers Zerdüştî Şiiliği; 3) Şamano-Budist Türk Müslümanlığı. (Bu üç yapının İslâm’dan bağımsız birer din oldukları kanaati şahsıma aittir. Prof. Dr. Fuad Köprülü’de de bu yollu bir kanaat vardır.)

[2] .Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufîliğine Bakışlar, s. 15, İletişim Yay. 2. Baskı, 1996, İstanbul

[3] .bk. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 8. Baskı, s. 15, 1993, Ankara

[4] .Kuşatıcı bir hayat nizamı olarak İslâm ve ilk İslâm Toplumu hakkındaki en güvenilir tarih kaynakları, özellikle hicri üçüncü yüzyılın sonlarına kadar yazılmış olanlardır. Bunlardan, ilim adamlarının en çok güvendiği eserlerin ve yazarlarının adlarını şöyle verebiliriz:

          * حممد بن إسحاق بن يسار املطليب (ت. 151ه768/.م). كتاب املغازي.

          * حممد بن عمر الواقدي السهمي األسلمي 130( – 207 هـ-747/. 823 م). كتاب املغازي.

          * أبو حممد عبد امللك بن هشام املعافري احلمريي (ت. 213 هـ828/. م). السرية النبوية.

          * عبد هللا بن مسلم بن قتيبة الدينوري، 276-213(ه889/828/.م).  كتاب املعارف؛ كتاب اإلمامة والسياسة.

          * أمحد بن حيىي بن جابر بن داود البالذري (ت. 279ه892/.م). أنساب األشراف، فتوح البلدان.

          * أبو حنيفة أمحد بن داود الدينوري (ت. 281ه894/.م). األخبار الطوال.

          * أمحد بن أيب يعقوب بن جعفر بن وهب بن واضح (ت. 292ه905/.م). اتريخ اليعقويب.

          * أبو جعفر حممد بن جرير الطربي 310-224(ه923-839/.م). اتريخ الرسل وامللوك.

          *  أبو احلسن علي  بن  احلسني  بن علي  املسعودي 346-285( ه957-896/.م).  مروج الذهب ومعادن  اجلوهر؛ كتاب أخبار  الزمان؛ الكتاب األوسط؛

          كتاب التنبيه واإلشراف.

[5] .”Asr-ı saadet” nitelemesi hakkındaki ilginç yorumlardan biri de şudur: “Müslümanların en ideal zaman olarak kabul ettikleri, özlem duydukları ve saygıyla andıkları bu eşsiz devri, bilhassa Türkler saygı ve hayranlıklarının bir ifadesi olmak üzere “asr-ı saâdet” diye adlandırmışlardır.  (…) Bu tabirin özellikle Şiblî Nu’mânî’nin Sîretü’n-Nebî adlı eserinin Ömer Rıza Doğrul tarafından İslâm Tarihi Asr-ı Saâdet adıyla Türkçe’ye çevrilip neşredilmesinden sonra daha fazla yaygınlık kazanmış olduğu söylenebilir.” TDV İslâm Ansiklopedisi, Cilt 3, s. 501

[6] .Bu münasebetle bilhassa hatırlatmak gerekir ki; İslâm’a çağrı hareketinin başladığı tarihten Mekke’nin fethedildiği güne kadar, Mekkeli müşriklerin birçoğu iman etmiş olmasına rağmen, (Osman (ra) ve Ümmü Külsüm adında bir kadın hariç) Ümeyye oğulları ailesinden hiç kimse İslâm’ı kabul etmemiştir. Mekke Site Devleti’nin başkanı olan Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye, ancak şehrin fethedildiği 11 Ocak 630 sabahı -yaşadıkları korku ve panik içinde İslâm’ı kabul etmiş gibi gözükmek suretiyle- vaziyeti idare ederek idam edilmekten kurtulmuşlardır. Ümeyyeciliğin başlattığı zihniyet ile günümüze kadar devam eden sonuçları arasındaki ilişkilerin içyüzünü öğrenebilmek için bu konudaki ayrıntılı bilgileri, hadis külliyatından ve siyer kaynaklarından izlemek gerekir. İslâm tarihi bu şekilde okunmadan, saptırılmış -hayâl ürünü- tarihin etkilerinden kurtulmak mümkün değildir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver