Zemheride Kardelenler

Mevsimlerden kıştı, belki de bahar. Aman, zaman verdi veriyor artık zemheride soğuklar. Karlar erimiş, su yürüyordu topraklara. Mevsimler de emrolunduğu gibi dönüp deveran etmekteydi, sünnetullah gereği. Her mevsim kendi şartlarında güzeldir, bilir temiz fıtratlılar.

Mustakim yoldan savrularak karanlık dipsiz gayyâlara doğru hızla yol alanlar… Bunlar dahi -her şeyden değil, ama- herkesten daha çok sever “dava eri” sıfatını kullanmayı. Her birinin kendi kendine üretip meşruiyet arayışı ve toplu beğeni için dolaşıma soktuğu makul (!) menhecinin, konumunun, makamının, etiketinin ve dar çevrelerdeki yanıltıcı imtiyazının harareti -gökkuşağına ulaşmak cinsinden- ümitten, -saman alevi gibi yanıp sönüveren bir- aşktan ve -grup menfaatlerinin dışındaki her türlü hayırlı hizmetlerde- tembellikten ötürü yere çakıveriyor, yatağa çekiveriyor kendilerini.

Dört mevsimin zaman zaman aynı günlerde yaşandığı memleketimizde bazen dört mevsim süren zemheriler yaşanır/yaşatılır. İşte böyle dört mevsimi de kara kış olan bir devirde zemherinin son demleriydi yine. Mahkeme yoluna tutulurduk, mahkemenin yolunu neredeyse unutacakken. Yola revan edilirdik bazen beş ayda bir, bazen de yedi ayın sonunda Kandıra’dan Beşiktaş’a. Bizi yargılayacaklar ya!

Birçok sinema filmi ve tiyatro oyunu izlemiş biri olarak, yargı mekanizmasının içerisinde ve başında bulunan “yargıç” cübbesi giymiş FETÖ militanlarının duruşmalarda en fazla bir iki saat süren “ihtişam”larının sarhoşluğuyla öyle mütekebbir, mest ve mağrur bir rol kesiyorlardı ki daha evvel izlediğim aktörlere taş çıkartıyorlardı âdeta. Mahkeme duruşması denilen tiyatral gösteride “kötü adam” rolü biçilen biri olmak suretiyle asker zoruyla mecburen bu oyuna dâhil ediliyorduk birer kez, her yarım yılda.

Mevsimlerden bahardı; ama doğu, batı, Anadolu ve Trakya’da, yani her yerde zemheri vardı. Bir su fıçısının içine kaç kişi sığabilirse bir o kadarı daha sığdırılıyordu, nefes almak bile eza. Şam tarihinin görüp görebileceği en azgın tağut oğlu tağutu Esed’in işkence ve ölüm hücrelerini hatırladıkça “Ahvalimiz yine de iyi sayılır, hamdolsun Allah’a.” diye teselli olurduk kendi aramızda.

Kartvizitine umduğu gibi bir sıfat bulamayanın isyanını erteleten sabrı ile hayata tutunmak için bir nefes nefha soluyamayanın sabrı neredeyse aynı kefede tutulmakta.

Davanın ve davetin hamisi ve hamili olan ilim ehli müminleri altı metrekarelik bir halı boyundaki hücrelerde nefessizliğe mahkûm edenler, Türkistan mazlumlarını boğup robotlaştıran Çin’in zulmüne de üç maymunları oynamakta. Tevhidin ağacını kesemediği için, getirisine (!) göz dikerek gölgesini satmaya çalışan münafıklar da aralıksız işbaşında.

O gün.

Evet, o gün dalgalıydı, hırçındı sanki deniz. İlk ânda anlam veremedik tabii buna. Beşiktaş’ta indik fıçılardan ve yöneltildik Kuzuluklara. Birinde değil balık istifi, et ve kemik yığını vardı devasa. Bas bariton bir böğürtü yükseldi arkalarda: “Yürüyün ileriye doğru, daha büyük bir Kuzuluk var orada!” Bizi cihet-i tevafuk istikametine yönelttiğini nereden bilsin medrese kaçkını, softa bozgunu mürid-i Fetula.

Büyük Kuzulukta da ciddi bir kalabalık vardı, ama buradakilerin sureti de sireti de bambaşka. Asaletle yeniden tanışıyordu sanki; kılıfı minareye uydururken albenili, cafcaflı ve janjanlı ambalajlarla kanunhaneden habire gönderilen putlarını dahi ifsat edenlerin karargâhı olan şu köhne bina.

Kuzgunlarla atmacalar zevkten dört köşe olur, serçelerle ebabilleri tuzaklamaya. Belli ki yine böyle bir hikâye var ortada.

Mektebinde, medresesinde olmalıyken burada görünce üzüldüm bu nazenin canlara. Bir taraftan da yitiğini yanı başında bulan yolcunun sevinç haleleri gibi bir sürur var dört yanımda.

Kapıdan içeri girecekken, yaslanıp omuzundaki sarı yıldızlara, şöyle deyivermişti Kuzuluktaki gençleri işaret ederek subay kıyafetli mürid-i hassa: “Maraba bunlar!” Dedim ki ona: “Ey komutan sıfatlı adam! Diyelim ki onlar maraba. Amma marabalıkları Allah’a… Sen de marabasın, bilirsin. Peki, senin marabalığın kime, söyler misin bana?” Dedi ki bana: “Bekleme yapma, hapishaneye döndüğümüzde bunu hatırlatırım sana!”

Gördüm, kucaklaştım mümin gençlerle burada, Kuzulukta. Gözüm hep birisini arıyordu, işte orada. Biliş, tanış idi tâ geçmiş yıllarda. Çocukluğundaki asalet de büyümüş onunla. Diğerleriyle de tanışıklığımız vardı sanki, hem de yüzyıllarca. Yaşadığım sürurun aynısını görünce onlarda, sevincimiz de kat be kat artmış; gözler dolmuş, ramak kalmış taşmaya. Hüzün ve sevinç sarmaş dolaş olmuştu bu mekânda.

Tutuklanıp zindana atıldığım sıralarda oyun ve mektep çağındaki çocuklar şimdi birer dava adamı olarak duruyorlardı karşımda. İmparatorun karşısında tevhidi haykırdıktan hemen sonra derdest edilmiş Ashab-ı Kehf gençleri gibiydiler. Her biri çatlamış birer tomurcuk gibi, aydınlık güzel günler vadetmektelerdi, davete muhatap olanlara.

Birileri sancağı bırakıp başka bayraklar sallamaya başlamıştı dışarıda. Birbirlerine, müreffeh ve ilerici (!) bir devri muştulamaktalardı bu arada.

Fakat vaad-i ilahi idi bu. Kesilmeyecek devamı, kıyamete dek. Bir fiesi de budur -inşallah- Taifetu’l Mansura:

“Ümmetimden bir taife hak üzere devam eder, üstün olmaya. Onları yardımsız bırakanlar, zarar veremezler onlara. Ve Allah’ın emri gelinceye kadar onlar bu hâl üzere devam ederler (bu yolda). “[1]

Çocuğunu şerlerden ve haşerattan korumaya çalışan bir baba misali çırpınıyordu Hoca. Gençler kümelenmiş etrafında, ağzından çıkan sözleri hece hece yutuyordu âdeta.

Maşallah… Barekallah…

Bilgili, inançlı ve kararlıydı başlarında, Hoca. Gençlere örnek bir genç idi. Motive ediyor, güveniyor ve güven veriyordu onlara.

Mütevazı ve iyi bir dinleyici idi. Açık iletişim kuruyordu ve tabilerine karşı duyarlıydı. Oldukça hızlı görünüyordu. Hız derken, öyle dar bir mekânda az zamanı etkin kullanmak anlamında.

Sinerjik bir takımın başında bulunan bir kaptandı âdeta.

Bir doğum sancısı, bir muştu ve belki de bir yeniden doğuş vardı ufukta. Bu sancak hiçbir zaman yere düşmeyecek -biiznillah- asla!

Dinledim. O kısa anlattı davasını, ben uzun anladım, anlattığını bana. Böyle güzel bir tevafuk için hamdettik El-Vedûd olan Rahmân’a. Kur’ân-ı Kerim, Resûlullah’ın (sav) sünneti ve önceki salihlerin anlayışı. Yani, Tevhid ve Sünnet’tir dava. Gaye rıza-i Bari’dir, celle ve âlâ. Hem ahirette hemde dünyada.

Tevhidden, şirkten, sünnetten ve bidatten haberdar olan birçok kimsenin içinden geçirdiklerini ve özel sohbetlerde fısıltıya benzer bir ses tonunda ve biraz da endişeyle dile getirmeye çalıştıklarını haykırıyordu her mecrada.

Her zamankinden daha hızlı geçti zaman, o gün Kuzulukta.

Günler, aylar toplandı; yılları kovaladı. Devir devran geçti, zaman durmaz, akar ya. Nice cüruflar ayrıştı, imtihanlar potasında. İleriye daima aslanlar atılmakta. Malum, değildir kahraman yalnız er kişi, bir aslan aslandır olsa da dişi. Hatice ve Esma ve Safiye (r.anhunne) ve daha niceleri… Yeniden yeşeren ümit ağacı büyüdü, dallanıp budaklandı. Ve gölgesinde tevhid çekirdekleri çatlayıp filizlendi. Bir taze biçilmiş ot, bir yeni koparılmış gül kokusu dağıldı her cenaha.

Berhudar olsun, Ali (ra) ve Fatıma’ya (r. anha) yaşıt bahadırlar.

Daveti iyi bilir ve davet ile tanınırlar. Kavgasız, gürültüsüz, nizasız. Kırmadan, ama kırılmadan da… Davet ederler, her mekân ve halükârda. Ne zaman bakıversen onlara, ya davet için faaliyet hâlindeler ya da davete hazırlıkta. Devr-i ahir ve şu hercümerç zamanında, “Kurtuluşa eren kimdir?” diye sorana, “Tevhid ve Sünnet” diye hemen gösterirler bir şaşmaz pusula.

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[2]

Şüphesiz ki düzen ve istikrar pek mühimdir bu yolda. Önemli bir özelliğidir Taifetu’l Mansura’nın aynı zamanda. Cemaat hâlinde cehdû gayret ve itaat edilen ilim ehli bir imamet. Bu da ilahi yardım ve muvaffakiyet için olmazsa olmazlardandır. Ve dahi şer’i bir zaruret:

وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا وَلَا تَفَرَّقُواۖ

“Allah’ın ipine hep beraber/topluca tutunun ve ayrılığa düşmeyin.”[3]

اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِه۪ صَفًّا كَاَ نَّهُمْ بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ

“Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda, kenetlenmiş bir bina gibi saf hâlinde savaşanları sever.”[4]

Düstur şudur Müslimlerde: Allah için dostluk ve Allah için sevmek ve yine Allah için buğzedip Allah için kötü görmek.

Akide vesilesiyle kurulan dostluktan başka herhangi bir dostluk tanımaz son devrin “gureba”sı.

İnsanların eksilttiğini arttırmaya çalışırlar ve dahası.

Bu da müminlerin alamet-i farikası…

 


[1] .Buhari, Müslim, Sevban’dan (ra)

[2] .3/Âl-i İmran, 104

[3] .3/Âl-i İmran, 103

[4] .61/Saff, 4

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver