Ömer ve Hamza’nın radıyallahu anhuma Müslüman Olmaları – 1

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.

İslam daveti günden güne yayılıyor, Mekke’nin en önemli meclislerinde gündemin ilk sırasını meşgul etmeyi sürdürüyordu. Toplumun her tabakasından insanlar, Allah Rasûlü’nün çağrısına icabet etmeye devam ediyorlardı. Elbette sünnetullahın bir gereği olarak davete kulak verenler genellikle toplumda ikinci sınıf insan muamelesi gören kişilerdi. Ancak arada Ebu Bekir, Osman radıyallahu anhuma gibi sahabeler de İslam ile izzet buluyorlardı.

Bu yazımızda da İslam ile şereflenmeleri Müslümanlar için bir devrim niteliğinde olan iki önemli şahsiyetin kıssalarını anlatmaya çalışacağız.

‘Ömer’in kız kardeşi Fatıma binti el-Hattab ve kocası Said bin Zeyd Müslüman olmuşlardı. Bunlar Müslüman olduklarını Ömer’den gizliyorlardı.

Nuaym bin Abdullah en-Nahham (Beni Adiyy bin Ka’b’den bir kişidir) Müslüman olmuştu ve bu kişi de İslam’a girdiğini kavminden korktuğundan dolayı gizliyordu. Habbab bin el-Eret, Fatıma binti el-Hattab’a gidip geldikçe ona Kur’an okurdu.

Bir gün Ömer kılıcını kuşanarak, Rasûlullah ve ashabından bazı kimselerle karşılaşıp onlarla dövüşme isteğiyle evden dışarı çıktı. Zira kendisine Müslümanların Safa yanında bir evde toplandığı haber verilmişti. Toplanan Müslümanlar erkek ve kadın olarak yaklaşık kırk kişi idi. Burada Rasûlullah ile birlikte amcası Hamza bin Abdulmuttalib, Ebu Bekir es-Sıddık, Ali bin Ebi Talib ve Müslümanlardan bir takım bulunmakta idi. Buradakiler, Habeşistan topraklarına hicret etmeyip Rasûlullah ile birlikte Mekke’de kalan kimselerdendi. Yolda Nuaym bin Abdullah, Ömer’e rastladı. Ona dedi ki:

— Ey Ömer! Nereye gidiyorsun?

Ömer de:

— Sabii (dinini değiştiren) Muhammed’e gidiyorum. O Kureyş’in düzenini bozdu. Onların hepsini akılsızlıkla itham etti. Ve Kureyş’in dinini ayıpladı. İlahlarını kötüledi. İşte bunun için onu öldüreceğim.

Nuaym:

— Vallahi ey Ömer! Nefsin seni kandırmıştır. Sen Muhammed’i öldürürsen Ben-i Abd-i Menaf’in sana yeryüzünde yaşama hakkı tanıyacağını mı zannediyorsun? Sen kendi ailene git de onları düzeltmeye bak.

Ömer:

— Ailemden kimdir o kişiler?

Nuaym:

— Enişten ve amcanın oğlu Said bin Zeyd bin Amr ve kız kardeşin Fatıma binti el-Hattab’dır. Vallahi onlar Müslüman olup Muhammed’in dinine tâbi oldular. Sana düşen Muhammed’i bırakıp onlara gitmendir.

Bunun üzerine Ömer, kız kardeşi ve eniştesinin evine yöneldi. Bu sırada onların evinde Habbab bin el-Eret bulunmaktaydı. Yanında ise onlara okumakta olduğu, içinde Taha suresi bulunan bir sahife vardı. Dışarıdan Ömer’in ses ve hareketlerini işittikleri zaman Habbab evin küçük bir odasına saklandı. Fatıma binti el-Hattab sahifeyi alıp uyluğunun altına koydu. Fakat Ömer eve yaklaşırken Habbab’ın onlara okuduğu şeyi işitmişti. Eve girdiğinde şöyle dedi:

— İşitmiş olduğum o anlaşılmayan şey nedir?

Onlar da:

— Sen bir şey işitmiş değilsin.

Ömer:

— Hayır Vallahi! Duydum ki, siz Muhammed ve onun dinine tâbi olmuşsunuz, derdemez eniştesi Said bin Zeyd’i kuvvetlice yakaladı. Bunu gören kız kardeşi Fatıma binti el-Hattab onu kocasından uzaklaştırmak için üzerine yürüdü. Bu defa Ömer kız kardeşine vurdu ve kafasını yardı. Bunu yapınca kız kardeşi ve eniştesi ona şöyle dediler:

— Evet Müslüman olduk. Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettik. Elinden geleni, aklından geçeni yap.

Ömer kız kardeşinden akan kanı görünce yaptığına pişman oldu ve:

— Biraz önce okuduğunuzu işittiğim sahifeyi bana ver de Muhammed’in getirdiği o şeye bir bakayım.

Ömer’in bu sözüne kız kardeşi şöyle cevap verdi:

— Biz senin o sahifeye bir şey yapmandan korkuyoruz.

Ömer:

— Benden korkma, dedi ve o sahifeyi okuduktan sonra geri vereceğine dair ilahlarına yemin etti. Bunu söylediğinde kız kardeşi onun İslam’a girmesini umarak dedi ki:

— Ey kardeşim! Sen necissin. Şirk üzeresin. Oysa bu sahifeye temizlenmiş kimseden başkası el süremez.

Bunun üzerine Ömer kalktı ve gusletti. Kız kardeşi de ona sahifeyi verdi. Surenin baş taraflarını okuduğunda:

— Bu ne güzel ve kerim bir kelâmdır, dedi.

Sonra kız kardeşi ve eniştesine:

— Nasıl Müslüman olunur, diye sordu.

Onlar da:

— Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet edeceksin. Lat ve Uzza gibi put ve tağutları inkâr edeceksin, cevabını verdiler. Bunun üzerine Ömer Müslüman oldu.’ [1]

Ruhsatları Terk Edip Azimete Yapışmak Davayı Yüceltir

Allah’ın dinini insanlara ulaştırmak ve İslam’ı hayata hakim kılmak birçok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Müslüman, hayatı boyunca kendisini hak yoldan alıkoyacak birçok engel ile karşılaşmaktadır. Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemeyeceği için kullarına çeşitli kolaylıklar tanımıştır. Bunlara ruhsatlar diyebiliriz. Kişi dilerse bu ruhsatlara yapışır dilerse de azimetleri tercih eder.

Dinde ruhsatların varlığı ile beraber şu hakikat de İslam tarihi boyunca sürekli olarak karşımıza çıkmaktadır.

‘Ruhsatları terk edip azimete sarılmak davayı büyütür.’

Bu kaidenin en güzel örneği ise sahabedir. Onlar karşılaştıkları ve insan gücünü zorlayan onlarca hâdisede azimeti tercih etmişler, böylece tevhid davasının unutulmazları arasına girmişlerdir.

Allah ve Peygamberi geçmiş ümmetlerden birçok hayırlı örneği bizlere haber vermiştir. Bunların ortak özelliklerinden birisi de ruhsatlara değil de azimetlere yapışmalarıdır.

Elbette sahabe ve benzeri örnekleri bu seviyeye ulaştıran başta imanları olmak üzere birçok etken vardır. Ama en önemli husus başlarındaki önderlerin izin verilmesine rağmen en ufak bir ruhsata meyletmemesidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ashabının çektiği sıkıntıların aynısını hatta kimi zamanlarda daha fazlasını yaşamış, ama geri adım atmamıştır. Liderlerini bu hâlde gören tebaa da ruhsatlara başvurmayı kendilerine bir yol olarak kabul etmemişlerdir.

Maalesef bu bilince sahip öncüleri bulmak artık çok zordur. Çok basit ikrahlar ile karşılaşıldığında dahi hemen ruhsatlar listesine göz atılmakta, ânı kurtaracak en kapsamlı madde uygulamaya konulmaktadır. Liderlerinin böyle davrandığını gören tâbiler de daha büyük tavizleri rahatlıkla hayatlarına dahil etmektedirler.

Bizler hem öncü hem de tabii olarak bu hakikati her zaman hatırımızda tutmalı ve davayı bir sonraki nesle kazanımlarla beraber devredebilmek, Allah katında derecelerimizi yükseltmek ve sonraki davetçiler arasında hayırla yad edilip örnek alınmak için azimetlere yapışmalıyız.

Kıssamızda da olduğu gibi Ömer’in kardeşi ve o ortamdaki sahabeler radıyallahu anhum, önderlerinden ve arkadaşlarından gördükleri gibi azimeti tercih edip Ömer karşısında dik durmuşlardır. Ömer’in bu tavır karşısında Müslüman oluşu aslında anlattığımız hususun faydalarından sadece biridir. Sebat, er ya da geç kişiyi başarıya ulaştıracaktır.

Zorluklar karşısında geri adım atmayıp azimeti tercih etmenin, Ömer’in örneğinde olduğu gibi özel faydaları olduğu gibi genel bazı faydaları da vardır. Mesela, bunlardan en önemlisi Müslümanlara karşı toplumun bakış açısındaki değişikliktir. İlk zamanlarda Allah Rasûlü ve ashabına deli muamelesi yapıp, anlatılanların geçici bir heves olduğunu zannedenler, bu kadar zorluğa rağmen herhangi bir geri adım ya da yumuşama olmadığını görünce kendilerini sorgulamaya başlamışlardır.

‘Müslümanlar bizim için yaşama gayesi olan her şeyi kaybetmek pahasına da olsa dinlerinden taviz vermiyorlar. Demek ki bu, uğrunda birçok şey feda edilebilecek olan bir davadır.’

Çizdiğimiz tablo müşriklerin İslam davasına karşı gösterdikleri direnci kırıyor ve kalplerini yumuşatıp daha fazla sorgulamaya onları itiyordu.

Zorluklar karşısında azimeti tercih eden her Müslüman için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Unutmamalıyız ki bizler topluma sadece anlatarak, yazarak, yaşayarak davet yapmıyoruz. Aynı zamanda sabrederek, dinimizden taviz vermeyerek de davet yapıyoruz. Öyle ise bu durumu da davetimizin bir parçası olarak kabul edip gereken ehemmiyeti göstermemiz gerekir.

Allah Rasûlü’nün Yaptığı Duayı Nasıl Anlamalıyız?

Ömer’in radıyallahu anh kıssasında dikkat çeken başka bir nokta da Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yaptığı duadır. Peygamber Mekke’nin ileri gelenlerinden iki kişinin hidayeti için Rabbine yalvarmıştı. Ömer radıyallahu anh ve Ebu Cehil… Allah da Rasûlü’nün duasına icabet etti ve Ömer’e hidayeti nasip etti.

Habbab, Ömer’in sözlerini işitince onun yanına çıktı ve şöyle dedi:

‘— Ey Ömer! Allah’a andolsun ki ben Allah Nebisinin, duasında seni kastetmiş olduğunu sanıyorum. Çünkü dün işittim. Rasûlullah şöyle dua ediyordu: ‘Ey Allah’ım! Sen İslam’ı Ebu’l Hakem bin Hişam ya da Ömer bin el-Hattab ile destekle.’ Allah’tan kork ya Ömer!

Bunun üzerine Ömer, Habbab’a dedi ki:

— Ey Habbab! Beni Muhammed’e götürür müsün? Ona gidip Müslüman olayım.

Habbab da ona:

— O, Safa’nın yanında bir evdedir. Yanında da ashabından bir cemaat vardır, dedi.’ [2]

Burada akıllara şöyle bir soru gelebilir: Neden Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem başkaları için değil de bu iki kişi için Allah’a yöneldi? Aslında cevap gayet açık: Her insanın İslam davasına katacağı bazı faydalar muhakkak vardır. Ancak şahıslardaki özellikler bu faydanın oranını değiştirir. Makam, mevki, mal, kabiliyet ve benzeri vasıflara sahip kişiler dahil oldukları davaya daha fazla katkı sağlayacaklardır. Allah Rasûlü de davanın maslahatı için böyle bir niyazda bulunmuştur. Günümüzde de İslam davasının neferlerinin dualarında bu tarz isteklerin yer almasında bir gariplik yoktur.

Ancak burada bir noktaya özellikle temas etmek gerekir: Siyeri parçacı bir usulle okuyan bazı kesimler Allah Rasûlü’nün bu fiilini baş tacı edip davetlerini belli kesime hasretmişlerdir ve sadece toplum içerisinde üst tabakaya mensup kişilere tebliğ yapmaya başlamışlardır. Dolayısıyla oluşturdukları yapı, toplumun genelini yansıtmayan bir şekle bürünmüştür.

Halbuki Allah Rasûlü böyle dua etmekle beraber tebliğini herkese ulaştırmıştır. Onun ümmetinde köle de efendi de, çocuk da kadın da, yönetici de halk da vardı.

Allah Rasûlü’nün bu duasını kendi bozuk menheclerine delil alanlar ise sadece belli kişilere hitap eden oluşumlar meydana getirmekle kalmamışlar, aynı zamanda bu insanları kaybetmemek için dini heva ve heveslerine göre yontmuşlardır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise şeriata muhalif bir durum olduğunda ashabı arasında hiçbir ayrıma gitmeden ilgili herkesi net bir şekilde uyarmıştır. En sevdiği kişilerden olan kızı Fatıma radıyallahu anha üzerinden söylediği şu sözler meseleyi özetlemektedir:

“Aişe şöyle dedi: ‘Ben-i Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri çok üzmüştü. Onlar bu konuyu ‘Rasûlullah ile kim konuşabilir’, diye kendi aralarında müzakere ettiler. Bazıları:

‘Buna Rasûlullah’ın sevgilisi Usame bin Zeyd’den başka kimse cesaret edemez’, dediler.

Usame, onların istekleri doğrultusunda Rasûlullah ile konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah, Usame’ye:

— ‘Allah’ın koyduğu cezalardan birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?’ diye sordu; sonra ayağa kalktı ve halka şöyle hitap etti:

‘Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” [3]

Bizler aynı yapıyı paylaştığımız kardeşler arasında iyiliği emretme kötülükten sakındırma konusunda Peygamberin bu hitabını asla unutmamalıyız. Aksi hâlde Yahudiler gibi dinin emirlerini sadece belli kişilere uygulayan bir kavim hâline dönüşürüz.

Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.

 

 

[1]       .   Siyeri İbni İshak

 

[2]       .   Siyeri İbni Hişam

 

[3]       .   Buhari, Müslim.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver