Mazlum-Der OHAL Raporu Üzerine Bir Değerlendirme

Türkiye Cumhuriyeti tarihi bir bütün olarak incelendiğinde, siyasi iktidarların belli aralıklarla rejimin asıl sahibi olarak kendini görenler tarafından dizayn edilmeye çalışıldığı rahatlıkla görülecektir. Çoğu zaman bunu dolambaçlı yollarla yapan bu güçler bazı vakitlerde ise bilfiil sahaya inme ihtiyacı hissetmişlerdir.

Uzun yıllar süren tek parti iktidarını alaşağı eden ve toplumun hassasiyetlerine uygun uygulamaları tekrardan görünür hale getiren DP iktidarı 1960 darbesiyle görevinden el çektirilmiştir. 1971 yılında ise bir muhtıra ile zamanın iktidarı istifa etmeye zorlanmıştır. Tarihler 80’li yılları gösterdiğinde ise asker yine malum gerekçeleri öne sürüp sokağa inmiş, etkisi günümüze kadar sürecek problemlerin temellerini atacak şekilde müdahalede bulunmuştur. 1997 yılında ise Refahyol hükümeti postmodern bir darbe ile iktidarı bırakmaya zorlanmış, islami hassasiyete sahip binlerce insan için zor bir süreç başlamıştır. Hala o dönemdeki soruşturmalar neticesinde hapiste bulunan 600’e yakın İslami hassasiyete sahip insan vardır.

Ve son olarak 15 Temmuz 2016. Türkiye bir kez daha tankları, askeri araçları caddelerde görmüş ama bu sefer diğerlerinden farklı bir sonuç ortaya çıkmıştır. Halk darbeye izin vermemiş, onlarca insan hayatını kaybetmiş ve darbenin amacına ulaşmasına engel olunmuştur. AKP hükümeti bu hadise üzerine 20 Temmuz günü 90 gün süre ile Türkiye çapında OHAL ilan etmiş. Bu süre birçok kez uzatılarak OHAL günümüze kadar sürmüştür.

Darbelerin toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz eden etkilerini cumhuriyet ilan edildiği tarihten itibaren hemen hemen her kuşak hissetmiştir. İşte bu etkinin bir benzeri OHAL dönemlerinde de yaşanmaktadır. Çünkü, asker başa geldiğinde hukuk rafa kalkmakta, OHAL dönemlerinde de siyasi iktidar ‘meşru yollar’ ile hukuku kısmen etkisizleştirmektedir.

Bizler bu yazımızda Mazlum-Der İstanbul Şubesinin, OHAL döneminde hukukun kısmen rafa kaldırılmasının sonuçlarını irdelediği raporundan pasajlar paylaşarak, raporu özetlemeye çalışacağız. Takdir edersiniz ki böyle bir süreci 90 sayfaya sığdırabilen Mazlum-Der raporunu bizim çok çok daha az sayfalara indirmemiz pek de mümkün değil. O yüzden en önemli ve toplum tarafından etkisi daha fazla hissedilen hususlara değinmeye çalışacağız.

Rapordan pasajlar aktarmaya başlamadan önce bazı noktaların altını çizmek istiyoruz:

Rapor siyasi iktidarın uygulamalarını onlara yakın bir cenahtan eleştiriyor olması açısından ilktir. Ve muhtemelen de iktidar gücünü kaybetmediği müddetçe de son olacaktır. Çünkü Türkiye’de hak ve hukuk savunuculuğu sıkıntı kendisine dokununca ve sıkıntının kaynağı da karşı taraf olunca akla gelmektedir. Bu alışkanlığın dışına çıktığı için rapor önemlidir.

Başka bir nokta ise OHAL dönemiyle alakalı yazılan birçok raporun, sadece kaleme alanların kendi taraftarlarının yaşadığı problemlere atıf yapması ve OHAL’in sanki kendileri için çıkartılmış gibi bir hava oluşturmalarıdır. Bu raporda ise raporu hazırlayanlar normal zamanlarda hiçbir surette yan yana gelmeyecekleri toplulukların yaşadıkları hak ihlallerine de vurgu yapmaktadırlar.

En önemli nokta ise kimsenin görmediği İslami kesimin OHAL’den nasıl etkilendiği hususudur. Rapor özellikle hak ihlallerini işlediği bölümde örnekler üzerinden bu duruma dikkat çekmiştir.

Rapor 3 bölümden oluşmaktadır: İlk bölümde OHAL düzenlemesinin hukuki dayanaklarına ve bu dönemin en önemli ayağını oluşturan KHK’ların nasıl yürürlüğe girdiğine dair teorik bilgiler verilmektedir. İkinci bölümde ise OHAL döneminde daha da belirginleşen yargısal sorunlara vurgu yapılmıştır. Üçüncü bölümde ise her dönemde var olan ama OHAL ile ivme kazanan hak ihlalleri mercek altına alınmıştır.

Raporu incelemeye ve rapordan pasajlar aktarmaya geçmeden hemen önce şu noktanın altını çizmeyi elzem görüyoruz: Raporun içinden alıntılanan bu bilgiler ve değerlendirmeler, raporu hazırlayanların var olan hukuki sistem içerisinde yasaların ışığında yaptıkları bir değerlendirmedir. Bize göre öyle ya da böyle bu kanunlar beşer ürünü olduğu için eksiktir. Ve bir taraftaki eksik yönü yine bir benzeri ile yamama çabası nafiledir. İnsanı en iyi tanıyan yaratıcısının emrettiği şekilde oluşturulmayan sistem bir şekilde haksızlıkların menbai olmayı sürdürecektir.

Birinci Bölüm: OHAL KHK’larına Genel Bir Bakış[1]

Anayasanın 15. maddesinin birinci fıkrasına göre, olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek koşuluyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve özgürlüklerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir ya da bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı önlemler alınabilir. Anayasanın 121. maddesinin 3 üncü fıkrasında Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarma yetkisi verilmiştir. OHAL süresince çıkarılacak kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur.

Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri Anayasanın 91. maddesine göre çıkarılan olağan dönem kanun hükmünde kararnamelerinden çok farklı bir hukuk rejimine tabi tutulmuştur. OHAL KHK’larının çıkarılabilmesi için TBMM’nin bir yetki yasası ile vereceği yetkiye gerek olmadığı gibi, bu kararnamelerle Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasal hak ve ödevler de düzenlenebilir.

Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerini olağan dönem kanun hükmünde kararnamelerinden ayıran belirgin farklardan bir tanesi de Anayasanın 148/1. maddesi gereği Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olmamaları ve bunların Anayasaya aykırılığının ileri sürülememesidir. Bu sebepten ötürü OHAL KHK’ları ile haklarında işlem tesis edilen kişilerin başvurabilecekleri herhangi bir merciinin olmayışı bu dönemde ciddi mağduriyetler oluşturmuştur. 685 sayılı KHK ile ‘OHAL Komisyonu’nun kurulması kararlaştırılarak, ilgili KHK yayınlanmadan önceki hukuki belirsizlik ortadan kaldırılmıştır.

Bu komisyon, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara; üyeliği, mensubiyeti, aidiyeti, iltisakı veya bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle başka idari işlem tesis edilmeksizin doğrudan KHK’larla hakkında işlem yapılanların başvurularını değerlendirmek üzere ihdas edilmiştir. Komisyonun görev süresi iki yıl olacak ve bu süre Bakanlar Kurulu kararıyla birer yıllık sürelerle uzatılabilecektir.

Komisyon başvuruları dosya üzerinden incelemektedir. Şu ana kadar yapılmış on binlerce başvuru bulunmaktadır ve Komisyonun, görev süresi içerisinde bu başvuruları sağlıklı bir biçimde ele alması fiilen mümkün görünmemektedir.

OHAL dönemi boyunca, ilki 23 Temmuz 2016 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 667 sayılı KHK, sonuncusu 24 Aralık 2017 tarihli Resmî Gazetede yayınlanan 696 sayılı KHK olmak üzere toplam 30 adet olağanüstü hâl KHK’sı yayınlanmıştır.

Anayasa, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması noktasında yönetenlere belirli yetkiler vermekte, ancak keyfi kullanımının önüne geçmek adına verilen yetkinin çerçevesini çizmektedir. Bu çerçeveyi oluşturan üç temel sınırlama mevcuttur:

a. Milletlerarası Hukuktan Doğan Yükümlülükler

Çıkarılan KHK’lar bu yönüyle değerlendirildiğinde Anayasa’nın 15. maddesi ile paralel içerikteki dokunulmaz haklar içeren uluslararası sözleşmelerin ihlal edildiğini söylemek mümkündür. Uluslararası uygulamada ve AİHM kararlarında dokunulmaz haklar yanında bu haklar ile ilintili sayılabilecek bazı temel hakların ihlalinin de sözleşmelerin ihlali şeklinde değerlendirildiği, dokunulmaz hakların geniş yorumlandığı görülmektedir.

b. Ölçülülük İlkesi

1982 Anayasasının 15 inci maddesinin 1’inci fıkrası, olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin, ancak ‘durumun gerektirdiği ölçüde’ sınırlandırılabileceğini öngörmüştür.

OHAL dönemi KHK’larına ilişkin olarak ise 121. maddede konu sınırı getirilmiştir. Buna göre OHAL KHK’ ları ancak olağanüstü halin gerektirdiği konularda çıkarılabilir. Aynı maddenin KHK’lara ilişkin koyduğu başka bir sınır ise süre sınırıdır. Nasıl ki OHAL Kanunu ancak olağanüstü hal süresinde uygulanabilecek ise, OHAL KHK’ları da olağanüstü hal süresince uygulanabilecek ve OHAL kalktıktan sonra uygulamadan kalkacaktır.

Ancak bu dönemde çıkarılan KHK’lar incelendiğinde, onların bu kriterlere uymadığı görülmektedir.

Bu dönemde çıkarılan KHK’larla binlerce kişi, ‘Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğunun tespit edilmesi’ gerekçesiyle toplu bir listeyle bir daha geri dönmemek üzere görevlerinden ihraç edilmiştir. Bu kişilerle ilgili bir daha devlet görevinde istihdam edilememe, pasaport, unvan vb. haklarının geri alınması gibi ek tedbirlere yer verilmiştir. İlgili tedbirler olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulama alanı bulacağından, süre koşulu, yani orantılılık ilkesi ihlal edilmiştir. Aynı yöntem, yüzlerce dernek, STK ve vakfın kapatılması işlemlerinde de kullanılmış, kapatılan kurumların malvarlıklarına el konulmuştur. Çıkarılan KHK’lar incelendiğinde olağanüstü hal ilanına gerekçe teşkil eden konularla uzaktan yakından ilgisi olmayan düzenlemeler de derhal göze çarpar. Mesela 687 sayılı KHK ile 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa 65/A maddesi eklenmiş ve yolcu ve eşya taşımacılığında kullanılan araçlar için kış lastiği zorunluluğu getirilmiştir.

c. Çekirdek Haklara Dokunma Yasağı

Gerek anayasanın ilgili maddesi, gerekse de uluslararası sözleşmeler incelendiğinde, dokunulamayacak hakların başında kişinin yaşam hakkı gelmektedir. Yaşam hakkı ile birlikte kişinin maddî ve manevî varlığının bütünlüğünün dokunulmazlığı da korunması gereken diğer bir haktır. AİHS ve MSHUS bu hakları geniş olarak yorumlamakta, işkence yasağı, ayrımcılık yasağı, zalimane, insanlık dışı, küçük düşürücü muamele ya da bu şekilde cezalandırmayı da bu hakların ihlali olarak görmektedir. Kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaması ve bu yüzden suçlanamaması da, bu dönemlerde bile korunması gereken haklardandır. Ayrıca masumiyet karinesinin, yani bir kimsenin suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar suçlu sayılamayacağı ilkesinin ihlali de mümkün değildir.

Olağanüstü dönem KHK’ları incelendiğinde, bu KHK’lar ile masumiyet karinesinin ihlal edildiği görülmektedir. Çıkarılan KHK’larla kişiler, savunması dahi alınmadan ihraç işlemine tabi tutulmuşlardır. Aynı şekilde 696 sayılı KHK ile getirilen tek tip kıyafet uygulaması, doğrudan masumiyet karinesinin ihlalidir. Henüz suçluluğu sabit olmayan kişilere yönelik uygulanacak bu tedbir ve tedbire uymayanlara ilişkin öngörülen yaptırımlar, açık insan hakkı ihlalidir. Haklarında iddianame tanzim edilen kişilerin davalarının %50’sinin beraatle sonuçlandığı, birçok kimsenin kolaylıkla ‘terör suçlusu’ olarak itham edildiği ülkemizde, bu düzenlemenin oluşturacağı mağduriyet ortadadır.

KHK’larla ihlal edilen bir diğer hak, masumiyet karinesinin ayrılmaz bir parçası olan savunma hakkıdır. Kişinin masumiyetini ispatı, ancak etkin savunma hakkının kullanılabilmesiyle mümkündür. Savunma hakkını ihlal eden hususlardan ilki, gözaltı süresinin uzunluğudur. Olağanüstü Hal yürürlüğe girdiği andan itibaren gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış, gözaltına alınanlar 30 gün boyunca hiçbir merci önünde masumiyetlerini ispat etme imkânı bulamadan gözaltında tutulmuştur. 30 gün (15+15) olarak belirlenmiş gözaltı süresi, kısa süreli hapis cezalarına denk düşecek bir süredir. Bir yandan ceza hukuku, hapis cezasının sakıncalarını gidermeye yönelik kurumlar ihdas ederken, diğer yandan gözaltı sürelerinin bu kadar uzun tutulması, hukuk düzenini bozan bir çelişki olarak öne çıkmaktadır. Üstelik (yoğunluktan dolayı) 5-6 kişilik nezarethanelerde 20-30 kişinin kalması, yatak yetersizliğinden dolayı kişilerin soğuk yerlerde yatması ve banyo yapma imkanlarının olmaması, 30 günlük süreyi adeta bir işkenceye dönüştürmüştür. 684 sayılı KHK ile gözaltı süresi 30 günden 7 güne indirilmiştir. Zorunlu hallerde bu süre 7 gün uzatılabilecektir. Ancak uygulayıcının, çok istisnai haller hariç, bu süreyi sonuna kadar kullandığı bir gerçektir.

Örgüt üyeliği suçlamasıyla gözaltına alınan kişilerin avukat görüşmelerinin gün ve saat sınırlamasına tabi tutulması, avukatın müvekkiliyle görüşmesinin ertelenebilmesi, görüşmelerin sesli ve görüntülü kayıt altına alınması, dosyalarda görev alabilecek avukat sayısının kısıtlanması gibi düzenlemeler, şüpheli ve sanıkların avukatlarıyla görüşmelerini kısıtlamakta, bu kişilerin savunma hakkını ihlal etmektedir.

Savunma hakkı ihlalinin bir diğer boyutu ise insan hakları ihlaline yol açan kamu görevlileri için bir ‘cezasızlık’ zırhı getirilmeye çalışılmasıdır. 667 sayılı KHK’nın 9. Maddesi, ilgili KHK kapsamında karar alan ve görevleri yerine getiren kişilerin, bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmayacağını düzenlemiştir. Muğlak ifadelerle yasalaştırılmaya çalışılan bir diğer düzenlemeye göre de “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler” de soruşturma ve kovuşturmadan muaf tutulmaktadırlar. Düzenlemede açık bir süre sınırı olmadığı gibi, darbe sonrası tüm terör eylemlerini kapsayacak şekilde yorumlanmaya da açıktır.

İkinci Bölüm: OHAL Döneminde Yargısal Sorunlar

Raporun bu bölümünde, olağanüstü hâl döneminin ortaya çıkardığı ve adil yargılanma hakkını ihlal eden yargısal sorunlar gözden geçirilmiştir. Soruşturma ve kovuşturma süreçleri incelenmiş, gerek doğrudan doğruya KHK’lar ile gerekse de KHK’lara dayanılarak tesis edilen işlemlerin oluşturduğu hak ihlalleri tespit edilmeye çalışılmıştır.

a. KHK İle İhraç Tedbiri ve Yargı Yolunun Olmayışı

OHAL KHK’ları ile karşımıza çıkan ilk tedbir binlerce insanın KHK yoluyla doğrudan ihraç edilmesidir. İhraçlara gerekçe gösterilen iltisak, irtibat ve mensubiyet kelimeleri oldukça geniş yorumlanmış, yeterli inceleme olmaksızın, masumiyet karinesini ihlal edecek düzeyde ve kişilere savunma hakkı tanınmaksızın ihraçlar gerçekleşmiştir. KHK yoluyla gerçekleşen ihraçlar ve yargı yolunun uzun süre kapalı oluşu, masumiyet karinesinin ve adil yargılanma hakkının ihlaline yol açmıştır.

b. Uzun Tutukluluk Süreleri

Tutuklamanın bir ceza olmadığı, aksine bir güvenlik tedbiri olduğu klasikleşmiş bir hukuk kuralıdır. Tutukluluk süreleri, ceza süreleri kadar uzun olamaz. Aksi halde kendisi bir cezaya dönüşür.

667 sayılı OHAL KHK’sı sınırlı bazı suçlarla ilgili, “tutukluluğun incelenmesi, tutukluluğa itiraz ve tahliye taleplerinin dosya üzerinden karara bağlanabilmesi” gibi bir hüküm getirmiş, böylece tutukluluk incelemelerinin dosya üzerinden yapılmasının yolu açılmıştır. Ancak uygulamada ‘karara bağlanabilir’ ibaresinin bir zorunluluk olarak anlaşıldığı ve tutukluluk incelemelerinin etkisizleştirildiği, şüphelinin, sanığın veya avukatının, tutukluluğun sonlandırılmasıyla ilgili sözlü savunmasına başvurulmadığı görülmektedir. Bu durum, elbette kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını zedelemekte ve masumiyet karinesine, adil yargılanma hakkına zarar vermektedir. Nitekim OHAL döneminde FETÖ/PDY, el-KAİDE, IŞİD, PKK ya da sair örgüt suçlaması ile tutuklanmış olup da aradan aylar geçmesine rağmen halen hâkim karşısına çıkarılmamış ve savunmaları alınmaksızın, dosya üzerinden maktu gerekçeler yinelenerek tutukluluklarının devamına karar verilmiş birçok şüpheli bulunmaktadır. Cezaevlerinde, 14-15 aydır tutuklu bulunup da yargılaması veyahut soruşturması devam eden şüpheliler vardır. Bir güvenlik tedbiri olan tutuklama müessesesi açısından bu süreler gerçekten de fahiştir ve 2005 sonrasında FETÖ/ PDY’nin yargıya kazandırdığı(!) alışkanlıkları hatırlatmaktadır.

c. İddianamelerin Gecikmesi

OHAL sürecinde yargılamaların nispeten hızlı ilerlediği kabul edilmektedir. Ancak iddianamelerin hazırlanma sürelerinde aynı tespit yapılamamaktadır. Uzun gözaltı süreleri neticesinde tutuklanan şüpheliler, aylarca hakim karşısına çıkmayı beklemektedirler. FETÖ/PDY soruşturmalarının yoğunluğu, oluşan iş yükü, kısmen mazeret oluştursa da, işletilen hukuki süreçlerden hiç kimsenin mağdur olmaması için gerekli koşulları oluşturmak hukuk devletinin olmazsa olmaz bir gereğidir. İş yükü ve soruşturmaların genişliği gibi mazeretler, temel hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı tutukluluk hallerinde geçerli kabul edilemezler.

d. Mal Varlıklarına Tedbir Konulması

OHAL sürecinde örgüt üyeliği ile suçlanan kimselerin suç ile bağlantısının olup olmadığı hususunda tam tespit yapılmaksızın mal varlıklarına tedbir konmaktadır. Ancak, kişilerin mal varlıklarına OHAL kapsamında tedbir/el konulurken titiz bir kolluk araştırması yapılmadığı, hukuki kesinlik ilkesi yerine keyfilik ile hareket edildiği, kişilerin tüm mal varlıklarına tedbir konulup, uygulamanın bir nevi ekonomik ambargo boyutuna ulaştırıldığı ve kişilerin ekonomik manevra kabiliyetlerinin yok edildiği ve böylece uluslararası hukuk, Anayasa ve temel haklara aykırı davranıldığı gözlenmiştir. Hak ihlallerinin sadece gerçek kişiler nezdinde değil, şirket mal varlıklarına konulan tedbirlerle tüzel kişi nezdinde de devam edegeldiği görülmüştür.

e. İşkence ve Kötü Muamele İddiaları

Gerek yerel gerekse uluslararası mevzuatta işkence esasen insanlık dışı muamele olarak kabul görmektedir. İşkence hak ihlalleri piramidinde bu nedenle en tepelerde gösterilmektedir. Nitekim suç işlediği mahkeme kararı ile kesinleşen bir kişinin dahi işkenceye uğramaması uluslararası mevzuatla güvence altına alınmışken henüz savunma hakkını etkin bir biçimde kullanamamış, suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmemiş bir kişinin işkenceye maruz kaldığı iddiası bu konunun önemle üzerinde durulmasını gerektirmektedir.

Özellikle OHAL kapsamında yapılan baskınlarda titiz davranılmadığı, polisin neredeyse herkese terörist muamelesi yaptığı, insan onurunu rencide edici muamelelerde bulunulduğu, gözaltında ve cezaevlerinde bulunan kişilere karşı suçlu olduğu kesinleşmemiş iken terörist muamelesi yapıldığı, şiddete maruz bırakıldığı, gözaltına alınan kişinin ailesine dahi kötü muamelede bulunulduğu yapılan başvurulardan ve kamuoyuna yansıyan haberlerden görülmektedir.

AK Parti iktidarlarıyla birlikte işkencenin önlenmesi noktasında ciddi mesafe alınmışken, OHAL ilanından sonra işkence ve kötü muamele iddialarının tekrar yükselişe geçmesi dikkat çekicidir. Öyle ki Reina şüphelisi Masharipov örneğinde ayyuka çıktığı üzere bazı vakalarda işkenceci kamu görevlileri, bu eylemlerini sosyal medyadan dahi paylaşabilecek derecede cüretkar bir tavra yönelmiştir. MAZLUMDER Adana Şubesinin Mersin ili KOM raporunda da ayrıntıları izah edildiği gibi, gözaltında bulunan kadınların başörtüsünün zorla çıkartılması da kötü muamele bağlamında değerlendirilebilecek önemli bir ihlaldir.

f. Örgüt Üyeliği İsnadıyla Tutuklu Bulunanlara Diğer Suçlardan Tutuklu ve Hükümlü Olanlardan Farklı Muamele Yapılması

Olağanüstü hal kapsamında çıkarılan KHK’larla Ceza Muhakemesi Kanunu’nda köklü değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerden bir kısmı örgüt üyeliği gerekçesiyle gözaltında bulunan veya tutuklu kişilerin diğer suçlardan tutuklu ve hükümlü bulunan kişilerden ayrı muameleye tabi tutulmasına ilişkindir.

Örgüt üyeliği isnadıyla tutuklu bulunan kişilerin cezaevi uygulamaları çok sıkı tedbirlere bağlanmıştır. Şüphelilerin gözaltında bulundukları süre boyunca avukatlarıyla görüşmesi kısıtlanmakta, tutuklu, avukatı ile yalnız görüştürülmemekte, avukatlar soruşturma dosyasını görmeden savunma yapmak zorunda kalmakta ve tutukluların yakınları ile görüşmesi kısıtlanmaktadır. Cezaevlerinde yapılan avukat görüşmelerinin kayda alınması, belge alışverişinin engellenmesi veya kısıtlanması gibi muameleler, henüz suçluluğu bir mahkûmiyetle kesinleşmemiş kişiler için geçerli olan masumiyet karinesinin ihlali anlamına gelmektedir.

g. Cezaevinde Bulunan Ağır Hastalar, Hamile Kadınlar ve Bebeklerle İlgili Sıkıntılar

Eksik ve özensiz soruşturmaların belki de en önemli mağdurları hamile kadınlar ve bebeklerdir. Tutuklama tedbirine başvurulurken kişilerin sosyo-ekonomik durumlarının, yaşlarının, hamilelik, hastalık ve yaşlılık gibi özel hallerinin dikkate alınabileceği, bu konuda hakimin takdir hakkı kullanabileceği, hukuk düzeni içerisinde öngörülmüş bir meseledir. Fakat buna rağmen OHAL döneminde gereken titizlik gösterilmemekte, kolayca tutukklama kararları verilmektedir. Adli kontrol gibi daha ölçülü bir tedbir imkanı varken, hamile kadınları ve çocukları cezaevi ortamına sokmak anlaşılır değildir. Kadın ve çocukların yaşadıkları travmaların toplumsal hayatta menfi etki yaratacağı, bu durumun da uzun vadede kamu düzenini ilgilendirdiği dikkate alınmalıdır.

h. Soruşturmanın Gizliliği Kararları

Soruşturmanın öznesi olan kişilerin ifadelerini içeren tutanak ve bilirkişi raporları ve şüphelinin hazır bulunmaya yetkili olduğu diğer adli işlemlere ilişkin tutanaklar gizli tutulamaz. Kanun ve KHK’daki düzenleme gereği müdafinin dosya içeriğini incelemesi veya belgelerden örnek alması soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecekse gizlilik kararı verilebilecekken, örgütlü suçlarla ilgili yürütülen tüm soruşturmaların hemen hepsinde bu kritere bakılmaksızın doğrudan doğruya gizlilik kararı verilmektedir.

Daha da vahimi, bazı durumlarda şüphelinin bile haberdar olmadığı dosyaların medyaya sızmasıdır ki, bu durum hem yargı üzerinde baskı oluşturmakta hem de şüphelinin kamuoyu nezdinde peşinen mahkûm edilmesine yol açmaktadır. Kamuoyu vicdanında mahkûm edilmiş bir kişiye karşı yargı süreçlerinde ne kadar adil davranılabileceği ciddi bir soru işaretidir. Bu durum OHAL öncesinde “cemaat yargısı”nın ihdas ettiği ve OHAL döneminde de tekrarlanan/vazgeçilmeyen kötü bir alışkanlıktır.

ı. Örgüt Üyeliği İsnad Edilenleri Belirlemek Üzere Oluşturulan Şüphe Kriterleri

Ceza hukukunun en temel ilkelerinden biri belki de en önemlisi kişinin suçluluğun her türlü şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delillerle sabit oluncaya dek o kişinin masum kabul edilmesidir. Yargılama makamları, en ufak bir şüphenin varlığı halinde dahi sanığın lehine yorum yaparak kişiyi cezalandırma yoluna gitmemelidir. Türk ceza yargısında ise bu ilke geçmişten bu yana tersinden işletilmekte, en ufak şüphe halinde dahi kişiler hakkında gözaltı/tutuklama tedbirlerine hükmedilmekte ve nihayetinde mahkûmiyet kararları verilmektedir.

FETÖ/PDY soruşturmalarında devlet ve soruşturma makamları tarafından örgüt üyeliğinin tespiti için BYLOCK gibi ‘kuvvetli şüphe’ kriterinden başka kriterler de belirlenmiştir. Bunlar; cemaate ait olduğu bilinen okul ve dershanelere gitmek veya çocuğunu göndermek, cemaate ait olduğu bilinen yurtlarda kalmak, Zaman Gazetesine ve cemaat dergilerine abone olmak, Aktif Eğitim-Sen isimli sendikaya üye olmak, Bank Asya’ya para yatırmak şeklinde sıralanabilir. Fiil gerçekleştiğinde, devletin denetim ve kontrolünde olan okul, dersane, gazete ve banka gibi kurumlarla gerçekleşen ilişki, ‘yasadışılık’ tespiti yapılmadan suç sayılamaz. Bir şüphe kriteri olabilir, ancak suç isnadı, tutukluluk veya işten atılma için ‘örgüt üyeliği’ni ispatlayan somut delillere ihtiyaç vardır. Aksi halde kişinin, ‘işlendiği zaman suç sayılmayan bir fiil nedeniyle hiç kimsenin cezalandırılamayacağı’ ilkesi ihlal edilmiş olur.

Zaman Gazetesi, devletin basımına izin verdiği yasal bir medya organı idi. Cemaatin bizzat siyaset eliyle desteklenerek faaliyet yürüttüğü dönemlerde birçok insan bu gazeteye haberli ya da habersiz abone yapılmıştı. Gazeteye abonelik ile örgüt üyeliği arasındaki bağın ne şekilde kurulacağı oldukça muğlaktır.

Dernek, vakıf ve sendika üyeliği sosyal haklar kapsamındadır. Bir suç fiiline dönüşmediği müddetçe kimse sosyal ve sendikal haklarının kullanımından mahrum edilemez. Bu hakların kullanımı Anayasal güvence altına alınmıştır.

Aynı durum okul, dershane ve yurtlar için de geçerlidir. Devletin izni ve güvencesi altında olan ama bir süre sonra illegal ilan edilen yerlere gitmiş olmak, suç örgütüne üyelik için bir kriter olarak görülemez. Bir dönem hükümet yetkililerinin çoğu bu kurumlar için övücü sözler söylemiş, ziyaretlerine giderek taltif edip yüceltmiş ve pek çok insan bu nedenle çocuklarını bu okullara göndermiştir. Eğer ortada bir suç aranacaksa, devlet yetkilerinin vatandaşı yanıltması bir suç olarak ifade edilebilir.

Devlet ve soruşturma makamlarınca belirlenen terör örgütü üyeliği kriterleri yalnızca FETÖ/PDY soruşturmalarına özgü olmayıp, başkaca terör örgütlerine üyelik için de benzer kriterler belirlenmiştir. Belirli dernek veya vakıflara üyelik, terör örgütü kabul edilen oluşumlara yakınlığı ile bilinen internet sitelerinde gezinme, bazı dergi ve kitapların bulundurulması gibi sebeplerle kişiler doğrudan doğruya terör örgütleri ile iltisaklandırılmıştır. Nitekim çok yakın bir zamanda Furkan Vakfı üyelerine yönelik yürütülen soruşturma, örnek olarak verilebilir. Olağan dönemde dini cemaat, vakıf olarak faaliyetlerini yürüten bu yapı, kamuoyunu tatmin edecek yeterli delil ortaya konmadan terör örgütü suçlamasına maruz bırakılmıştır. Ortaya konan deliller arasında yer alan ve her kurumda bulunma ihtimali bulunan ‘364,000 TL para’ ile isnad edilen suçta karşılığı bulunmayan, sadece itibarsızlaştırmak için araya yerleştirildiği görüntüsü veren ‘porno film’, suçlamanın niteliği hakkında ciddi şüphe oluşmasına yol açmaktadır. (Böyle bir film gerçekten bulunmuş olabilir ama terör isnadı ile film arasında hiçbir münasebet bulunmamaktadır. Ayrıca bir veya birkaç kişinin hatası bütün kuruma maledilemez.)

OHAL döneminde de geçmişte olduğu gibi gizli tanık beyanları ile birçok kimse hakkında ceza tayini yoluna gidilmiştir. OHAL sürecinde zaten sıkıntılı olan gizli tanık uygulamasının ciddi mağduriyetlere yol açtığı görülmüştür. Bazı tanıklar hedef saptırmak için alakasız kimselerin isimlerini verme yoluna gitmiş, yargı ise içeriğine bakmaksızın yalnızca verilen isme odaklanarak kişi hakkında soruşturma açmıştır.

Tanık ve gizli tanık beyanlarının ortaya çıkardığı bir diğer sakınca, vatandaşın jurnalci olmaya teşvik edilmesi ve buna zemin hazırlanmasıdır. Bazı kimseler bu kapıyı bulunduğu kurumdaki rakibini devre dışı bırakma yolu olarak kullanmış, böylece karşımıza milyonlarca üyesi olan bir örgüt çıkmıştır. Bu ise silahlı bir örgütün normal şartlarda ulaşabileceği üye sayısına göre çok çok fazladır. Eğer çıkan tablo doğruysa bu defa devletin nasıl olup da bunu farketmediği sorunu ortaya çıkar.

i. OHAL’de Kamuoyuna Yansıyan İntihar ve Kayıp Olayları

KHK ile ihraçlar ve suçsuzluğu ispat yollarının uzun bir süre kapalı kalmış olması, mağdurlarda maddi sıkıntılar yanında ciddi psikolojik sıkıntılara da yol açmıştır. OHAL sürecinde soruşturma ve kovuşturmaya uğrayan bazı kimselerin intihara yöneldiği gözlemlenmiştir. Medyaya yansıyan intihar sayısı (raporun yayınlandığı tarih itibariyle) 35 kişi olarak kayda geçmiştir. İntiharların sebepleri arasında örgüt üyelerinin (darbe teşebbüsü ve sonrasındaki) başarısızlıktan doğan hayal kırıklığı bulunabilir. Ancak suçlu muamelesi ile karşılaştığı halde savunma hakkını kullanamamanın yol açtığı psikolojik bunalım ihtimali de üzerinde durulması gereken ciddi bir konudur.

Yaşam hakkı ihlali kaygısı duymayı gerektiren bir diğer mesele ise kayıp vakalarıdır. 90’lı yıllarda ve 28 Şubat döneminde ‘Beyaz Toros’larla şüphelilerin kaçırıldığı, işkence altında sorgulanıp infaz edildiği olayları akla getiren bu gelişme fazlasıyla endişe vericidir. Medyaya yansıyan kayıp bildirimi (raporun yayınlandığı tarih itibariyle) 11 kişiden oluşmaktadır. Bunlardan bazıları, hakkında soruşturma veya kovuşturma açıldığı için izini kaybettirmek isteyen kimseler olabilir, ancak yargısız infaz ihtimali de asla gözardı edilemez. Hukuk devletine düşen, ihtimali bile tüyleri diken diken etmeye yeten bu iddiaları aydınlığa kavuşturup adını temize çıkarmaktır.

Üçüncü Bölüm: OHAL Döneminde Yoğunlaşan Hak İhlalleri

OHAL döneminde medyaya yansıyan ya da derneğimize ulaşan ihlal iddialarına bakıldığında normal dönemlerden farklı olarak bazı ihlallerin yoğunlaştığı görülmektedir. Raporumuzun bu bölümünde OHAL döneminde ‘hak ihlali’ iddialarına konu olan alanlar başlıklar halinde ele alınacaktır.

a. Yaşam Hakkı İhlalleri

OHAL sonrası yapılan operasyonlar neticesinde tarih öğretmeni Gökhan Açıkkollu örneğinde de görüldüğü üzere gözaltında ölüm vakaları yaşanmıştır. Gökhan Açıkkollu, cezaevindeki kötü koşullar (ve belki de kötü muamele) sonucu, gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşmış, hastaneye kaldırılmış ancak kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirmiştir. Yeterli tedavi imkanından yararlandırılmama sonucu gerçekleşen bu ölüm olayından başka, ağır hastalığına rağmen ‘tutuklu yargılamada’ ısrar edildiği ya da infazı ertelenmediği için kimi mahkumlar cezaevinde vefat etmektedirler. Bazı mahpuslar hastalığı son raddeye varmasına, hatta haklarında doktor raporu bulunmasına rağmen cezaevlerinde tutulmaya devam edilmektedirler.

Gözaltında ve cezaevinde gerçekleşen ölüm vakalarının bir kısmı doğal ölüm şeklinde iken bir kısmıyla ilgili de ciddi şüpheler oluşmaktadır. Gözaltında ve cezaevinde gerçekleşen ölüm vakalarının bir başka vahim boyutu ise intihar olaylarıyla kendisini göstermektedir. Operasyonlar neticesinde yakalanan, gözaltına alınan veya tutuklananlar; kimliği ve eyleminden bağımsız olarak adil yargılanma, lekelenmeme, kendini aklama imkânlarından yararlandırılmama, suçların kişiselliği çerçevesinde aile ve çocuklarının lekelenmemesi gibi haklardan yeterince yararlanamadıkları için, suçlamanın ağırlığına dayanamayan bazı tutuklular intihar yolunu seçmektedirler.

Haklarında soruşturma yürütülen bazı kişilerin aklanma imkânlarından umut kestikleri için ölümü dahi göze alarak kaçak yollarla yurtdışına çıkma çabaları ve bu esnada yaşanan aile boyu ölümler ise meselenin bir başka yüzüdür. Ege Denizi, Midilli Adası yakınlarında botlarının alabora olması sonucu 5 kişilik Maden ailesi boğularak can vermiştir. Meriç Nehri üzerinden Yunanistan’a geçmeye çalışan iki aileden, ikisi çocuk 3 kişinin öldüğü 5 kişinin de kayıp olduğu bilgisi medyaya yansımıştır.

b. Düşünce ve İfade Özgürlüğü ile Basın ve Yayın Alanında Yaşanan İhlaller

Birçok özgürlük, düşünce ve ifade özgürlüğü için aracı bir işlev görmektedir. Ayrıca düşünce ve ifade özgürlüğünün kendisi de diğer hak ve özgürlüklerin önemli bir kısmı için besleyici bir kaynak oluşturmaktadır.

Düşünce ve İfade Özgürlüğü’ne müdahale olarak gördüğümüz bazı olaylar OHAL döneminde artarak devam etmiştir. Bazı kitaplar toplatılmış, sadece ifadelerinden ötürü gazeteciler, yazarlar ve dernek yöneticileri hakkında davalar açılmış, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine hukuksuz müdahaleler olmuştur. Yine KHK’lar neticesinde örgüte ve suça bulaşmamış basın yayın organlarının çeşitli yanlış anlaşılmalar ya da kötü niyetli yönlendirme ve ihbarlar neticesinde darbeci yapı ile aynı çerçeveye konularak kapatılması; hükümeti ve uygulamalarını eleştiren bazı gazetecilerin tutuklanması; çeşitli bildirilere imza atan kamu görevlisi ya da akademisyenlerin ihraç edilmeleri; internet sitelerine yönelik yasaklamalar; çok sayıda insanın sosyal medya paylaşımları nedeniyle soruşturmaya tabi tutulması ya da tutuklanması; bazı kitap ve dergilerin daha önce yasak kapsamında bulunmamasına rağmen son dönemde yasaklı yayın kategorisine alınarak toplatılması; Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’a dayanılarak açılan soruşturmalar ve neticesinde bazı gazeteci ve TV yorumcularının tutuklanması, haklarında dava açılması; TCK’nın 301. maddesine dayanılarak çeşitli kişi ve kurumların bir eski Türkiye alışkanlığı olarak doğrudan TSK tarafından savcılıklara ihbar edilmesi, bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Bu meselenin bir başka yönü ise 28 Şubat’ın brifingli yargısı ve ‘paralel’ yargı tarafından haksız bir şekilde hükme bağlanmış olan kimi davaların, yargı yükü mazeretinin arkasına sığınarak OHAL yargısı tarafından da onanmasıdır. Mesela gazeteci Hayrettin Soykan örneğinde, brifingli yargı kararlarıyla hapis yatarken, (1999 yılında) cezaevinde yaşanan bazı olaylar ‘isyan’ kategorisine sokulmuş, hakkında dava açılmış ve verilen ceza 2017 yılında uygulamaya sokulmuştur. Yani OHAL yargısı, 28 şubatın brifingli yargısı ile paralel yargının kararlarını referans almıştır. Hizb-ut Tahrir davalarında ise siyasi parti özellikleri gösteren ve hiçbir şekilde şiddete başvurmamış olan bir yapı (Hizb-ut Tahrir), ‘söylemleri şiddet kullanmadan gerçekleştirilemez’ gibi niyet okuyan ve geleceği tayin eden bir gerekçe ile silahlı terör örgütü kategorisine sokulmuştur. Bu davalarda da yine 28 Şubatın brifingli yargısı ile paralel yargının kararları referans alınmış, parti üyeleri tutuklanmıştır. OHAL’in doğurduğu iş yükü ile aceleye getirilen bu davalar 28 Şubat yargı kararlarının mağduru olmuş ve halen tutuklu bulunan yaklaşık 600 kişinin, yeniden yargılanarak kendilerini temize çıkarma ümidini yok etmektedir.

c. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü ve Örgütlenme Özgürlüğü Alanında Yaşanan İhlaller

Örgütlenme özgürlüğü, birden fazla kişinin ortak amaçlar etrafında gönüllü olarak bir araya gelebilmelerini ve bu amaçlarla daimî bir örgüt kurarak faaliyet yapabilmelerini ifade etmektedir.

Bu anlamda özellikle OHAL’in ilanı ile birlikte ciddi ihlaller yaşanmış KHK listeleri ile çok sayıda dernek, vakıf ve eğitim kurumu, herhangi bir adli ve idari soruşturma yürütülmeksizin ve herhangi bir suça karıştığı somut delillerle ortaya konulmaksızın kapatılmıştır.

Toplantı ve Gösteri yürüyüşü hakkının ihlal edilmesiyle ilgili ilk örneklerden birisi bizzat MAZLUMDER tarafından yaşanmış, OHAL sonrası İran Konsolosluğu önünde gerçekleştirilmek istenen basın açıklaması, polis müdahalesiyle engellenmiştir. İki Hizb-ut Tahrir üyesinin gözaltına alınmasını protesto etmek üzere toplanan 200 kişi topluca gözaltına alınmıştır.

d. Cezaevlerinde Yaşanan Hak İhlalleri

Uzun süredir cezaevleri üzerine yapılan sosyolojik araştırmalar göstermektedir ki, cezaevleri, suçu ıslah etmek ve tutuklu/hükümlülerin topluma uyum sağlamasını kolaylaştırmak açısından uygun yerler değildir. Kapatılanları fiziksel ve ruhsal olarak adeta öğütmektedir. Mevcut cezaevleri sisteminde rehabilitasyon, herhangi bir gerçekçi karşılık bulamamaktadır. Oysa basit hukuki değişiklikler ve idarecilerin keyfi tutumlarının önüne geçilmesi halinde, mevcut şartların iyileştirilmesi mümkündür. Darbe girişimi sonrası gerçekleşen operasyonlarla cezaevi kapasiteleri ciddi anlamda aşılmış olup, adli mahkumlara getirilen af nitelikli düzenlemelere rağmen kapasitenin %20 üzerine çıkılmıştır. Bu durum gerek KHK hükümleri gerekse de cezaevi idarelerinin keyfi uygulamaları neticesinde ortak alanlardan yararlanmaktan sosyal imkanlara, aile görüşlerinden sağlık imkanlarına, eğitim çalışmalarından dergi/ kitap imkanlarına çok geniş bir alanda ciddi kısıtlamalar doğurmuştur. Açık görüş imkanları bütün siyasi mahpuslar yönünden iki ayda bire düşürülmüş, mahrem eş görüşmesi imkanları iptal edilmiş, Bolu F tipi Cezaevi örneğinde de görüldüğü üzere dışarıdan mahpuslara gönderilen dergiler içeriye alınmamaya başlanmış, kitap yasakları getirilerek mahpusların kitap okuması engellenmiş, çıplak arama dayatması yaygınlaşmış ve buna karşı çıkanlar darp edilerek çeşitli disiplin cezalarına muhatap kılınmış, ağır hasta mahpusların infazlarının ertelenmesi bir tarafa tedavileri de kesilmiş, Maltepe, Van ve Sincan cezaevi örneklerinde de görüldüğü üzere dini saiklerle sakal bırakan bazı siyasi mahpusların sakalları zorla kesilmiş, artan sayılar dolayısıyla özellikle koğuş tipi cezaevlerinde normal kapasitenin 3 katına varacak şekilde insanlar üst üste tutulmaya başlanmış, ziyaretçilerin aranması ciddi bir problem haline getirilerek bu konudaki hassasiyet abartılmış ve neticede insanların taciz olarak adlandırdığı düzeyde aramalar yaşanmış, kişisel mahremiyeti ve vücut dokunulmazlığını ihlal edecek aramaları kabul etmeyen yakınların görüşlerine yasak getirilmiş, pekala ev hapsine/elektronik kelepçeye tabi tutulabilecek bebek ya da küçük çocuk sahibi kadın mahpusların çocuklarıyla birlikte cezaevlerinde tutulmasında ısrar edilmiş, KHK ile getirilen düzenleme neticesinde dışarıdan eğitim gören mahpusların eğitim hakları ellerinden alınmıştır.

e. Mültecilere Yönelik İhlaller

Uluslararası mülteci anlaşmalarına imza koyan ülkelerden biri olmadığı için Türkiye, hâlihazırda zaten mülteciler için sıkıntılı bir coğrafyadır. Ancak OHAL’le birlikte artan güvenlik hassasiyetleri ve KHK düzenlemelerinin, mülteci ve sığınmacıların durumunu daha riskli hale getirdiği ve onları tamamen korumasız duruma düşürdüğü görülmektedir. Türkiye’ye sığınmış sığınmacılar uydu kentlere yönlendirilmekte ve sığınmacıların buralarda ikamet etmesi zorunlu kılınmaktadır. Ancak nerede yaşaması gerektiği söylenen sığınmacının geçimine ve barınmasına dair herhangi bir yardım yapılmayarak sığınmacı adeta ortada bırakılmaktadır. Hiç bilmediği bir ülkenin bilmediği bir şehrinde yaşamaya mahkûm edilmiş çaresiz insanlar, sadece ve sadece gönüllü sivil toplum kuruluşlarının yardımlarıyla hayatta kalabilmekte ve barınabilmektedir. Bir şekilde iş bulmayı başaranlar ise çalışma izniyle ilgili prosedürel işlemlerin yapılmamasından dolayı, kaçak ve insanî olmayan şartlarda çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Aç gözlü iş sahipleri, herhangi bir kanuni koruması bulunmayan bu insanları istismar etmekte, ucuz iş gücü olarak kullanmakta, hatta zaman zaman maaşlarını bile vermemektedir. 670 sayılı KHK ile yapılan kanun değişikliği neticesinde kamu düzeni, kamu güvenliği ya da kamu sağlığı açısından tehdit oluşturduğu düşünülen yabancıların idari bir kararla yargı süreçleri beklenmeksizin geldikleri ülkeye ya da üçüncü bir ülkeye gönderilmesinin yolunun açılmış olması, sığınmacılar için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bu KHK ile üzerlerinde bulunan yargısal koruma zırhı tümüyle ortadan kalkmıştır. Sığınmacıların bir takım siyasi çıkarlar uğruna uluslararası mevzuata aykırı olarak işkence, ölüm ve kötü muamele riski taşıyan ülkelere bile iade edilmeleri bu kapsamda önemli bir ihlal başlığıdır. Geri gönderme merkezlerinde işkence ve kötü muamale iddialarında bu dönemde ciddi artışlar yaşanmış, cezaevi standartlarının bile altında uygulamalara şahit olunmuştur. Bu kişilerin noterlerle ve vekaleti bulunan avukatlarıyla dahi görüştürülmedikleri, derneğimize ulaşan şikayetler içerisinde yer almaktadır. Avrupa dışından gelen yabancılara mülteci statüsü verilmemesi, sığınmacıların siyasi çıkarlar uğruna en basit bir taleple ölüm ve işkence riski bulunan ülkelere gönderilmeleri, kodlama adı altında sığınmacıların fişlenerek gerçek olup olmadığı tahkik edilmemiş iddialarla suçlu muamelesi görmesi ciddi sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. Geri Gönderme Merkezleri’nde sığınmacılar herhangi bir yargı kararı bulunmamasına rağmen aylarca hatta yıllarca hapis hayatı yaşamaktadır. Bu merkezlerin hali içler acısıdır, sığınmacıların burada beslenme ihtiyaçları bile yeteri düzeyde karşılanmamakta, tedaviye muhtaç sığınmacılara sağlık hizmeti verilmemektedir. Sığınmacı ailelere yönelik yapılan gece yarısı operasyonları ile ebeveynler ve çocuklar birbirinden koparılarak ailelerin bütünlüğü bozulmaktadır. Mültecilerin karşı karşıya bulunduğu bir diğer vahim tehdit ise MİT Kanununda yapılan değişiklik ile MİT’e takas yetkisi verilmesidir. Buna göre MİT, anlaşmalı olduğu ülkeler tarafından talep edilen siyasi mültecileri takas için kullanabilmektedir. Nitekim sığınmacılara dönük suikast eyleminde bulundukları iddiasıyla tutuklu yargılanan Rus ajanları, takas yoluyla ülkelerine iade edilmişlerdir. Bu düzenleme başta Çeçen ve Özbekler olmak üzere Türkiye’deki birçok siyasi mültecinin yaşam hakkını açıkça tehdit etmekte, bize/ülkemize güvenerek gelen mazlumları kendi elimizle ölüme gönderme riski oluşturmaktadır.

Sonuç

Rapordan yaptığımız alıntılar burada son bulmaktadır. Değerlendirmemizi bitirmeden önce şu hususun altına çizmek istiyoruz. Hakkın ve adaletin savunucusu olan müslümanlar her dönemin mağdurları ve mazlumlarıdır. Onlar için OHAL’in varlığı ya da yokluğu çok da bir şey değiştirmez. Diğer kesimler için ise durum değişmektedir. Bugün 28 Şubat dönemindeki hak ihlalleri, mağduriyetler yüksek sesle konuşulmaya başlansa da ciddi bir adım atılmamaktadır. Ancak kısa bir dönem önce var olan Ergenekon süreci hızlı bir şekilde bitirilmiş ve karşı taraftan meşru(!) yollar ile haklar geri alınmıştır. Muhtemelen 10-15 sene sonra bugünler konuşulacak, 15 Temmuz mağdurları diye bugün yaşanan hak ihlalleri dillendirilecek ama İslami kesim yine unutulacaktır. O yüzden her dönemin mağduru ve mazlumu olarak bizlere düşen ne olursa olsun zalimin tarafına meyletmeden hak olarak bildiğimizi söylemektir. Güzel akıbet müttakilerindir.

 

[1] .  Bu kısımdan sonraki bölümler direkt rapordan alınmış ve bazı yerlerin atlanması dışında herhangi bir müdehalede bulunulmamıştır. Raporun aslını incelemek için http://istanbul.mazlumder.org/tr/main/faaliyetler/basin-aciklamalari/1/OHAL-donemi-hak-ihlalleri-raporumuz-yayinlanm/13231

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver