Hariciler Havaric – 1

 

Bidat fırkalarından ilk olarak Haricilerden başlamamızın iki nedeni var:

Hariciler, hem siyasî hem de itikadî olarak İslam tarihinde ilk defa ortaya çıkan fırkadır.

Haricilerden sonra ele alınacak fırkaların çoğu Haricilerden etkilenmiş ve karşıt fikir olarak ortaya çıkmıştır. Buna Rafizî ve Mürcie fırkalarını örnek verebiliriz.

Rafizîler, iki şeyden etkilenerek ortaya çıkmışlardır. Birincisi, Emevilerin, Ali ve ailesine radıyallahu anhum olan düşmanlıklarından etkilendiler. Bundan dolayı Emevilere Ali’nin düşmanları anlamına gelen ‘Nasibi’ ismini verdiler. İkinci olarak ise, Hariciler, Ali radıyallahu anh ve onunla beraber olanları tekfir etmelerinden etkilendiler.

Yine Mürcie, Haricilere tepki olarak ortaya çıkmıştır. Yani Hariciler günahlarla insanları tekfir edince, Mürcie de tepki olarak günahlarla insanların tekfir edilmeyeceğini anlatmaya çalıştı. Fakat bu konuda aşırıya giderek ortaya Mürcie adında bir fırka çıkmış oldu. Bu nedenden dolayı ilk aşamada Hariciler anlaşılmadan diğer fırkaların doğru anlaşılması mümkün değildir.

Haricilerin İsimleri

Makalat kitaplarında Hariciler için genel olarak kullanılan isimler şunlardır;

1. Harici (ya da aslî kullanım olan Havaric): Havaric kelime olarak H-R-C kelimesinin ismi failinin çoğuludur. Yani çıkanlar anlamına gelir. Istılah olarak havaric iki anlam içeriyor.

Birinci anlam: Allah’ı ve Rasûlü’nü razı etmek için müşrik toplumdan çıkan ve onlardan uzaklaşanlar demektir. Haricilerin de kabul ettikleri ve övündükleri anlam budur. Yani Hariciler, tekfir ettikleri İslam toplumlarından ayrıldıklarını, beri olduklarını ifade etmek için bu kelimeyi kendileri için kullanmışlardır.

İkinci anlam: Ümmetin üzerinde ittifak ettiği meşru imama karşı gelenler manasına gelir. Bu, muhaliflerin Haricilere verdiği ve onların kabul etmediği manadır.

2. Vehbiyye: Haricilere Vehbiyye denilmesinin sebebi, Hariciler Ali’den radıyallahu anh ayrıldıktan sonra çekildikleri Harura bölgesinde ilk imam olarak Abdullah ibn Vehb’e biat etmişler ve Vehbiyye diye isimlendirilmişlerdir.

3. El-Muhakkimetu’l Ule: Bu isim, İlk Hakemciler anlamına gelmektedir. İlk dönem makalat kitaplarında onlara El-Muhakkime denilmiştir. Hariciler ilk defa fırka olarak tarih sahnesine Hakem Olayı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü Ali ve Muaviye radıyallahu anhum, Sıffın Savaşı’nda sulh için bir araya geldiklerinde ve aralarında hükmetmeleri için hakem tayin ettiklerinde Hariciler buna karşı geldiler. Bundan dolayı onlara ‘İlk Hakemciler’ manasına gelen El-Muhakkimetu’l Ule denilmiştir.

4. Haruri: Haruri kelimesi ismi nispettir. Bunlar, Harura bölgesine nispet edilerek bu şekilde isimlendirildiler. Çünkü Hariciler ‘Hakem Olayı’ndan sonra Harura bölgesine giderek orada toplandılar, emir seçtiler ve insanlara orada kendilerini tanıttılar. Ayrıca sahabenin yanında Hariciler için kullanılan isimlerden bir tanesi de Haruri ismidir.’ Bir rivayette:

“Kadının biri Aişe annemizin yanına gelerek: ‘Ey Aişe biz hayızlı iken tutmadığımız oruçların kazasını tutuyoruz da neden namazların kazasını kılmıyoruz?’ dedi. Aişe annemiz de: ‘Sen Haruri misin?’ dedi.”

Yani Harura bölgesinden misin? Çünkü Hariciler bu şekilde meseleler hakkında tafsilatlı konuşuyorlar veya Hariciler sünneti kabul etmediklerinden dolayı Aişe annemiz kadının bu aşrılığını Harura’ya nispet ediyor.

5. Eş-Şurat: Şurat, nefsini satanlar anlamına gelmektedir. Hariciler bu ismi kendileri için kabul etmekte ve bunu şu ayetten delil almaktalar:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki,  Allah’ın rızasını elde etmek için nefislerini satarlar.” (2/Bakara, 207)

Haricilere Eş-Şurat denilmesinin sebebi, Allah’ın rızasını elde etmek için nefislerini satarak Ali radıyallahu anh ve diğerlerine ayaklanmalarıdır.

Bunlar makalat kitaplarında Hariciler için umumen kullanılan isimlerdir. Ayrıca Hariciler kendi içinde bölünen fırkaların isimleriyle de anılmışlardır. Fakat fırkaların bu isimleri ile anılmaları, Haricilerin hepsini kapsamamış sadece belli bir zümreyi ifade etmiştir. Bu isimler arasında özellikle son dönemlerde Havaric ismi üzerinde karar kılınmıştır. Diğer isimler ise neredeyse unutulmuştur.

İslam tarihinde hem şahıs, hem isim, hem de özellik itibariyle Rasûlullah’ın kendilerinden haber verdiği tek fırka Haricilerdir. Bu konudaki hadislere bakıldığında, neredeyse Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem onların künyelerini verecek şekilde açık ve net olduğu görülecektir. Bundan dolayı sahabeler onlarla ilk karşılaştıklarında onları tanımakta hiç zorlanmadılar.

Hariciler hakkında birçok rivayet vardır. Bu konuda en toparlayıcı olan hadis İmam Buhari’nin Ebu Said El-Hudri’den rivayet ettiği hadistir.

Ebu Said El-Hudri rivayette diyor ki:

“Biz Huneyn savaşında Rasûlullah’la beraberdik. Allah Rasûlü ganimetleri dağıtıyordu. Zu’l Huveysira denilen adam Peygamberimizin yanına geldi. Dedi ki: ‘Adaletli ol! Ey Muhammed.’ Rasûlullah dedi ki: ‘Allah’tan kork! Eğer ben adaletli değilsem kim adaletli olacak?’ (Bu adam küfür sözü söyleyerek İslam’ını bozdu.) Bunun üzerine Ömer: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Beni bırak şu münafığın kafasını vurayım.’ dedi. Rasûlullah ise: ‘Bırak onu! Ta ki insanlar Muhammed ashabını öldürüyor demesinler.’ dedi. Allah Rasûlü devamında şöyle dedi: ‘Bunun ardından buna bağlı insanlar çıkacak. Siz namazlarınızı, onların namazlarının yanında küçümseyeceksiniz. Oruçlarınızı, onların oruçlarının yanında küçümseyeceksiniz. Onlar Kur’an’ı okuyacaklar, fakat boğazlarından aşağıya inmeyecek. Onlar okun yaydan fırladığı gibi dinden çıkarlar ve bir daha dine geri dönmezler. Müslümanlardan iki taifenin savaştığı bir zamanda ortaya çıkacaklar.’ “

Yazımızın, Haricilerle alakalı kısmını tamamlamış olmakla beraber, hadisten çıkarılan menhecî dersleri de zikretmeden geçemeyeceğiz.

Bu Hadisten Çıkarılacak Olan Dersler

1. Ders: Huneyn Savaşı’nı diğer savaşlardan ayıran bir özelliği vardır. Allah Rasûlü’nün ganimet taksimatını değiştirdiği ilk yer Huneyn Savaşı’dır. Huneyn gününden önce ganimet taksimi belliydi. Fakat Allah Rasûlü Huneyn gününde insanları iki kısma ayırdı. Yeni Müslüman olmuş Mekke’nin eşraflarına kalbi İslam’a ısınması için yüzer deve veriyor, ama eski Müslümanlara neredeyse ganimet mallarından hiçbir şey vermiyordu. Bundan dolayı Ensar’dan bazıları bu taksimattan rahatsız oldular.

Enes bin Malik radıyallahu anh, bu olayı şöyle anlatıyor:

“Rasulullah Kureyş’ten bazı adamlara yüzer deve verince, Ensar’dan bir takım insanlar şöyle dediler: ‘Allah, Rasûlü’nü bağışlasın, Kureyş’e veriyor, bizi terk ediyor. Oysa kılıçlarımızdan hala onların kanları damlıyor.’ Bu söylenti Rasûlullah’a ulaşınca, hemen Ensar’ın bir araya toplanmalarını haber verdi. Ensar’ın toplandığı yere Allah Rasûlü de geldi. Allah’a hamdu sena ettikten sonra: ‘Ey Ensar topluluğu! Sizden bana ulaşan bu sözler nedir?’

(Ebu Said El-Hudri rivayetinde ise;) ‘Ey Ensar topluluğu! İçinizde duyduğunuz bu gücenme hissi nedir? Siz dalalette iken benim aranıza gelmemle Allah size hidayet etmedi mi? Fakir iken Allah sizi zengin kılmadı mı? Birbirinize düşman iken Allah sizin kalplerinizi birbirine ısındırmadı mı?’

Ensar’ın fakihleri şöyle dediler:

‘Ey Allah Rasûlü bunları içimizde aklı başında olanlarımız söylemiş değildir. Fakat aramızdan yaşı genç bazı kimselerin sözleridir.’

Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyurdu:

‘Şüphesiz ben küfürden henüz yeni dönmüş birtakım kimselere kalplerini İslam’a ısındırmak için fazla veriyorum. Diğer insanlar mal alıp giderken sizler evlerinize Allah Rasûlü ile birlikte gitmekten razı olmaz mısınız? Allah’a yemin ederim, sizin beraberinizde alıp gittiğiniz, onların beraberinde alıp gittiklerinden daha hayırlıdır.’

Başka bir rivayette ise:

‘Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki; hicret sevabı olmasaydı, Ensar’dan biri olmayı tercih ederdim. İnsanlar bir yola girse Ensar bir başka yola girse ben Ensar’ın girdiği yola girerdim. Allah’ım! Ensar’a, Ensar’ın oğullarına, torunlarına rahmet et.’ diye konuştu.

Ensar bu konuşmadan sonra sakaları ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra da: ‘Hissemize ve payımıza düşen Allah’ın Rasûlü’ne razı olduk.’ dediler.” (Buhari)

Bu kıssadan İslamî hareketlerin kendilerine ders çıkarması gerekir. Tarih boyunca İslamî hareketlerin ortak problemi bu olmuştur, insanların alışılmış dışındaki uygulama veya kararlarda genellikle itiraz etmeleridir.

Yönetici ve emir olanlar, insanların alışmış oldukları kuralları veya ortak kabulleri icra ettikleri zaman tebaa olanlarda sorun çıkmaz. Bireylerin buna itaat etmeleri de kolaydır. Fakat bazen emirler, siyaset veya vakıa gereği alışılmış olan kurallarının dışına çıktıkları zaman bireylerde sorun çıkmaya ve itaatsizlik başlar. Bu durumda insanlardan kimi cehaletinden, kimi de kalbinde hastalık olduğundan dolayı itiraz ederler.

Yönetici konumda olanlar ehliyet sahibi olmalarından dolayı bazen siyaset gereği yani tebaanın bilmediği ama emirin bildiği daha büyük maslahat veya mefsedetten dolayı alışılmış olanların dışında karar verebilir. Bazen de alınan kararların tersine davranabilir. Bu da zaten emirin sorumluluklarından bir tanesidir. Olması gereken de budur. O zaman İslamî harekete mensup olan fertlerin bu bilince sahip olmaları gereklidir.

Dikkat edilirse bu mecrada icra edilenler, var olanın dışında ve zahiren yanlış anlamaya çok müsait olan karar ve eylemlerdir. Bu durumlarda yanlışlara düşülmemesi için;

Yönetici olan insanlar, bazen yapılması gerekenleri yapmadıklarında geriden gelenlere bunun hikmetini açıklamaları gerekir. Ta ki sonradan gelenler bunun asıl olmadığını, yani olması gereken değil, siyaset gereği yapıldığını bilsin.

Yönetilen bireyler ise emirlere karşı şu şuurda olmalıdır; asıl olan yöneticilere ve emirlere güvenmektir, mutlaka burada biz bilmesek de bir hikmete binaen yapmıştır bilinciyle itaat etmektir. Sonuçta ne olursa olsun bu yapılanlar zahiren içerisinde zannı barındırmaktadır. Bundan dolayı insanların içlerinde suizanna yönelik sıkıntılar oluşabilir. Bu durumda bireyler konu hakkında kesin bir hükme varmadan emir sahiplerine bunun hikmetini sormaları gerekir. Çünkü her zan sahibinin içine düştüğü durumdan çıkışı ya Allah’a tevbe etmek ya da insanlardan özür dilemektir.

Bunun en güzel örneği Huneyn Savaşı’dır. Bir grup Müslüman, Allah Rasûlü’ne yaptığı taksimattan dolayı zanda bulundular: ‘Rasûlullah, kendi akrabalarını bulunca bizi unuttu.’ dediler.

Normalde Rasûlullah’ın bu davranışı zahiren bakıldığında üç şekilde yorumlanabilir:

Allah Rasûlü, emir ve yöneticidir. Asıl olan da yöneticilere güvenmektir. ‘Mutlaka bu taksimatı bir hikmete binaen yaptı’ diyerek itaat etmek gerekir. Olması geren yorum da budur. Ensar’dan olanlar bunu yapamadılar. Ama Allah Rasûlü’ne giderek bunun hikmetini sorabilirlerdi: ‘Ey Allah Rasûlü sen alışılmışın dışına çıktın bize bunun hikmetini açıklayabilir misin?’ diye. Zaten Allah Rasûlü sahabenin bu zannına karşılık taksimattaki hikmeti açıklayınca hepsi yaptıkları yanlıştan dolayı ağladılar.

Peygamber akrabalarını buldu. Onları kayırıyor.

Allah Rasûlü, artık bizi istemiyor. Kendine arkadaşlık yapacak yeni gruplar arıyor.

Dikkat edilirse Allah Rasûlü’nün bu davranışı üç yoruma da açıktır. Sahabe de olması gereken yorumla değil diğerleriyle meseleye yaklaşınca Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem karşı zan yapmak gibi bir hataya düştüler. Bundan dolayı İslamî hareketin bu meseleye çok dikkat etmesi gerekir.

Bu uygulamaya Allah Rasûlü’nün siretinden başka örnekler de verebiliriz;

Aişe radıyallahu anha annemizin bir rivayetinde:

Rasûlullah, henüz yanına gelmeyen bir adam için diyor ki: “Bu ne kadar kötü bir adamdır.” Fakat adam, Allah Rasûlü’nün yanına geldiğinde ise onunla güzel konuşuyor ve güzel muamelede bulunuyor. Oysa Aişe annemiz Rasûlullah’tan şu hadisi ezberlemişti: “İnsanların en şerlileri ikiyüzlü olanlardır.” Böyle olunca Aişe annemiz bu duruma şaşırdı. Çünkü Aişe annemiz Rasûlullah’ın bu sözüne karşılık adama yaptığı davranışa anlam veremedi.

Aişe annemiz bu durumda bir Müslümanın yapması gereken şeyi yaptı. Rasûlullah’ın yanına gelerek bunun sebebini sordu. Allah Rasûlü de nedenini açıkladı. Çünkü bu adam bir kavmin efendisiydi. İslam’a ve Müslümanlara şerri dokunabilirdi. Allah Rasûlü bu adamın şerrinden korktuğu için bu şekilde davrandı.

Onun için insanın, aklını başkasının cebine koyup hiçbir şeyi sorgulamama gibi bir yanlışa düşmemesi gerekir. Ama bununla beraber Hariciler veya edepsizler gibi de kendisine göre her muhalefet görünen şeyde de itiraz etmemelidir.

Yine Abdullah bin Ebi Sarh’ın olayında Allah Rasûlü birçok kez alışılmış olanın dışına çıkmıştır. Şöyle ki;

Abdullah bin Ebi Sarh, Medine’de Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem vahiy kâtiplerindendi. Daha sonra mürted olup Mekke’ye kaçan, bununla beraber orada sürekli Müslümanların aleyhinde propaganda yapan birisiydi. Bunun üzerine Rasûlullah Mekke’nin fethinde onun için dedi ki: “Onu Kâbe’nin örtüsüne sarılı bulsanız da öldürün.” Burada Rasûlullah olağanın dışına çıktı. Normalde Allah Kâbe’yi eman yurdu kıldığı için oraya sığınan adam öldürülmez. Buna rağmen Rasûlullah, onun öldürülmesini istiyor. Çünkü onun İslam’a zararı çok büyüktü. Mutlaka öldürülerek zararın defedilmesi gerekiyordu.

Mekke fethedildiğinde Osman radıyallahu anh, Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu emrine rağmen, Abdullah bin Ebi Sarh sütkardeşi olduğu için onu arkasına alarak Allah Rasûlü’nün yanına geldi: “Ey Allah ın Rasûlü bunu affet.” dedi. Rasûlullah istemeyerek, kerih görerek de olsa onu affetti.

Dikkat edilirse Rasûlullah verdiği kararı uygulamadı. Çünkü Osman’a rağmen onu öldürmesi affetmesinden daha büyük şer olacaktı. Çünkü Osman radıyallahu anh dönemindeki fitneciler eskiye dair ne varsa Osman radıyallahu anh için bir propaganda aracı yaptılar. Nasıl ki Rıdvan Biati Osman’ın radıyallahu anh kanı üzerine yapılmasına rağmen fitneciler Osman’ın biate katılmamasını kullandılarsa, aynı şekilde bunu da kullanacaklardı. Allah, Rasûlü’ne bunu haber verdiği için istemeyerek de olsa adamı affetti.

“Rasûlullah, Abdullah bin Ebi Sarh gittikten sonra ashaba: ‘İçinizden kalkıp öldürecek biri yok muydu?’ dedi. Sahabe de: ‘Ey Allah Rasûlü bize bir işaret etseydin ya.’ Rasûlullah da: ‘Peygambere hain göz yakışmaz.’ dedi.”

2. Ders: Din adına gösterilen her hassasiyet/takva İslam tarafından kabul edilmemiştir. İslam’ın kabul ettiği hassasiyet/takva, ancak şer’i ölçüler dahilinde gösterilen hassasiyetlerdir.

Bu kıssada bunu görmekteyiz. Zahiren Haricilerin yaptıkları her ne kadar takva/hassasiyet gibi görünse de onlara fayda vermemiştir. Çünkü şer’i ölçülere dayalı değildi.

Kıssada dikkat edilirse zahiren iki hassasiyet ve takva var.

Birincisi: Zu’l Huveysira denilen adam, Rasûlullah’ın taksimatına bakıyor. Rasûlullah zahiren ganimetleri olması gerektiği şekilde dağıtmıyor. Burada Rasûlullah’ın adaletsizlik yaptığına hükmederek itirazda bulunuyor. Bu takva, şer’i ölçülere dayanmadığı için adama küfür olan bir söz söyletmiştir.

İkincisi ise: Hadisin devamında Allah Rasûlü, Haricilerin vasıflarını zikrediyor. Sahabenin dahi onların yaptıkları ameller karşısında kendi amellerini küçümseyeceklerini belirtiyor. Fakat Rasûlullah, bu takvanın Haricilere fayda vermeyeceğini haber veriyor.

O zaman şer’i ölçülere bağlı olarak gösterilen takva/hassasiyet, İslam tarafından kabul edilir. Ama insanın kendi nefsiyle ölçülerini belirlediği takva/hassasiyet İslam tarafından kabul görmüş bir hassasiyet değildir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver