Son Garnizon!

“Romalılar”ın İslam Coğrafyasındaki Son Garnizonu:

Birleşik Arap Emir(er)likleri

Birleşik Arap Emirlikleri isimli “İngiliz mamulü” devlet, Arap yarımadasının doğu tarafında, Basra ve Umman körfezlerine paralel bir konumda yer alır ve şu yedi emirlikten oluşur: Abu Dabi, Dubai, Şarika, Ummül-Kayveyn, Acman, Resü’l-Hayme ve Füceyre.

İngilizler 1892 yılında bölgedeki emirliklerle yaptığı antlaşmalar neticesinde bölgeyi tamamen kontrolü altına almış, böylece emirlikler iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde İngiltere’ye bağlı hâle gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki yerel emirliklerin devlet olması gündeme gelmiş ve 1960’lı yıllardan sonra İngiltere’nin bölgeden resmî olarak çekilme süreci başlamıştır. 1971 yılının mart ayında İngiltere’nin bölgeden tamamen çekilmesi üzerine, ağustos ayında Bahreyn, eylül ayında da Katar bağımsızlıklarını ilan etmiştir. Aynı yıl, özünde Batıcı ve laik olan BAE Devleti’nin doğuşu ilan edilir. 1972 yılında Resü’l-Hayme Emirliği de İngiltere’nin gözetiminde kurulan bu yeni devlete katılır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da bu yeni devleti âdeta yıldırım hızıyla üyeliğine kabul eder.

İngilizlerden -kâğıt üzerinde de olsa- bağımsızlığın kazanılması ile birlikte Abu Dabi Emiri Zayid bin Sultan El-Nehyan ilk devlet başkanı olmuş ve 2004 yılındaki ölümüne kadar iktidarda kalmıştır. Onun ölümü üzerine göreve gelen oğlu Halife bin Zayid El-Nehyan ise hâlen devlet başkanlığı görevini sürdürmektedir.

BAE’nin Siyasi Yapısı

BAE, ülke olarak bağımsızlığını kazanması ve petrol üretiminin başlaması ile birlikte nüfusu hızla artan ve yakaladığı refah seviyesi ile çok yüksek oranda dış göç alan bir ülke konumundadır. Devletin bağımsızlığını ilan ettiği tarihlerde nüfus 200 bin civarındaydı. Ülke nüfusu 1980’de 1 milyona, 2000’lerin başlarında ise 3 milyona ulaşmış, nüfus artışı bu tarihten sonra daha da yüksek oranlara ulaşarak 2010’lu yılların başında 8 milyonu aşmıştır. Bugün 10 milyonu aşan ülke nüfusunun %90’a yakını göçmenlerden oluşmaktadır.

Ülkenin yerli nüfusu yaklaşık bir buçuk milyon civarındayken, sekiz buçuk milyona yakın göçmen nüfus bulunmaktadır. En kalabalık göçmen nüfus, üç milyona yakın sayılarıyla Hindistanlılardan oluşur. Hindistanlıları bir buçuk milyonluk nüfusuyla Pakistanlılar takip eder. Mısırlılar ve diğer Arapların sayısı da bir milyonun üzerindedir. Bangladeşliler, Filipinliler ve İranlılar da takriben beş yüz binlik nüfusa sahiptir bu ülkede. Nüfus olarak diğerleri gibi kalabalık olmasalar da nüfuz olarak en etkili kesim şüphesiz İngilizler başta olmak üzere Avrupalılar ve Amerikalılardır.

Hanedanlıkla yönetilen ülkede, Abu Dabi Emiri’nin devlet başkanı, Dubai Emiri’nin de başbakan olması yönünde yerleşik bir gelenek bulunmaktadır. Öte yandan dış politika, güvenlik ve askeriye ile ilgili hususlar da Abu Dabi Emirliği’nin uhdesindedir. Ülke topraklarının %90’ını Abu Dabi Emirliği teşkil etmekteyken, ikinci büyük emirlik olan Dubai ise ülkenin ticaret merkezi konumundadır.

BAE’de herhangi bir siyasi parti bulunmazken, devlet başkanı yasama ve yürütme gücünü bütünüyle elinde bulundurmaktadır. Yedi emirin oluşturduğu “Yüksek Konsey” ülkedeki en üst düzey karar mercisi olup ona da devlet başkanı başkanlık etmektedir. Hükümet üyeleri Yüksek Konsey tarafından belirlenmekte ve başında başbakan olarak Dubai Emiri bulunmaktadır. Öte yandan 40 üyeden oluşan “Federal Ulusal Konsey” ise bir çeşit danışma meclisi hüviyetindedir.

BAE, Ortadoğu coğrafyasında Batı çıkarları ekseninde sürdürdüğü dış politika anlayışını, özellikle Donald Trump’ın ABD Başkanlığı görevine başladığı Ocak 2017 tarihinden bu yana daha keskin biçimde uygulamaktadır. BAE, ABD’nin bölgede İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan mihverinde oluşturduğu İslam düşmanı eksene dâhil olmuştur.

BAE, özellikle Körfez bölgesinin tamamında faaliyet gösteren Rafızi, Budist ve Hristiyan misyoner örgütlerin merkezi olarak kabul edilmektedir. Sömürge geleneğini İngilizlerden devralan Amerikan nüfuzunun bölgeye girmesi sonrasında ABD’nin, İngiltere’nin ve diğer Avrupalı müttefiklerinin kara ve deniz kuvvetlerinin muhkem garnizonlarından biri olmuştur. Dubai ise en büyük uluslararası ticaret başkentlerinden biri hâline gelmiştir. BAE şehirleri, “Turizm Cenneti” adı altında uluslararası boyutta bir fesat, ahlaksızlık ve fuhuş yatağına dönüştürülmüştür.

BAE’nin bir özelliği de “teröre karşı savaş” adı altında tevhidî/cihadi hareketlere yönelik küresel savaş ve komploların planlanıp yönetildiği ana merkezlerden biri hâline gelmiş olmasıdır. ABD, İsrail, Çin, Rusya ve Avrupa ülkelerinin başta Mısır olmak üzere bazı Arap ülkelerinin istihbarat örgütleriyle işbirliği yaptığı ve ABD’nin ana güvenlik ofislerinin bulunduğu yerdir burası aynı zamanda. BAE’nin küçük ordusunun üst düzey komuta kademesi büyük ölçüde Amerikan ve İngilizlerden, orta rütbeliler Pakistanlı paramiliter unsurlardan, alt kademe ise çeşit çeşit gönüllü başıbozuk unsurlardan oluşmaktadır. Bunların başında da Conigiller familyasından beniâdem suretindeki İblisî generaller bulunmaktadır.

“Lider” Görünümlü İslam Düşmanı Sefil Prensler

BAE’nin Dışişleri Bakanı Petro-Şeyh Abdullah bin Zayid, gazetecilerin de hazır bulunduğu kamuya açık bir toplantıda Avrupa’daki İslami eğilimi olan kesimlere karşı, efendilerine ikaz ve ihbarlarda bulunmuştu geçen yıl:

“Avrupa’daki kararsızlık ve politik doğruculuk siyasetinden ötürü bir gün gelecek, Avrupa’da daha fazla aşırıcı ve terörist çıktığını göreceğiz. Ayrıca Avrupalılar Ortadoğu’yu, İslam’ı bildiklerini ve kendilerinin onları, onlardan daha iyi tanıdıkları kibrine kapılıyorlar. Kusura bakmayın ama bu tutum cehaletin ta kendisidir!”

Petro-Şeyh Zayid, bu hayati ikaz ve ihbarla Avrupalı efendilerine şirinlik yapma telaşındaki sıradan bitirim bir prens görünümü veriyor gibi olsa da mesele daha ciddi görünmektedir. Petro-Şeyh ve onun gibilerine göre, Avrupalı liderler eğer Avrupa’da yaşayan Müslimler arasında ortaya çıkan radikal aşırıcılık ve “terörizm” olarak değerlendirebilecekleri faaliyetleri “insan hakları, düşünce özgürlüğü ve demokrasi” adına hoş görüp tolere etmeye devam ederlerse ileriki yıllarda yaygın bir İslami aşırıcılık problemi ile karşı karşıya kalmaları kaçınılmaz olacaktır.

İslam düşmanı Arap yönetimleri, kendi ülkelerinde ve ülke dışındaki muhaliflere karşı yaptıkları yoğun kampanyalarla, “cihadcı, terörist”olarak yaftaladıkları insanlara karşı öfke ve nefreti arttırmaktadır. Kendi halklarına uyguladıkları baskıyı haklılaştırmak ve Batı kamuoyunu rahatlatmak yolunda, başta BAE ve Suudi/Selulî rejimler ile irili ufaklı diğer destekçileri, Batı’daki Hristiyan ve milliyetçi/faşist gruplar ile birlikte İslam karşıtlığının ve hatta İslam düşmanlığının gelişmesi yolunda resmî olmayan bir ittifak oluşturmuş durumdadır.

Özünde Batıcı ve laik olan Arap rejimleri, çoğunluğu İslami referanslı olmak üzere kendi yönetimlerine karşı yükselen muhalefete karşı algı oluşturabilmek için uluslararası düşünce kuruluşlarına, akademilere, enstitülere ve lobi faaliyetlerine her yıl âdeta bir servet harcıyorlar. Terörist olarak nitelendirdikleri İslami hareketleri ve cihad yanlılarını etkisizleştirme ve terör listelerine aldıkları İslami cemaat ve hareketlerin fikrî kökleriyle, yani daha açık bir ifadeyle tevhid ve sünnet akidesiyle mücadele etme kararlılığını göstererek Batılı ülkelerden alkış alıp sempati topluyorlar.

Nakşibendilik cereyanının, Osmanlı’da ve son devirde Türkiye’de siyonizm mamulü komünizme ve komünist ideolojiye dayalı Alevî-Sol ve Kürtçü akımlara karşı bir kalkan veya sigorta olarak kullanıldığı gibi, Baasçı seküler Arap milliyetçiliğinin Ortadoğu’yu derinden sarstığı 1970’lere kadar bölgedeki emirlikler ve Suudi/Selulî hanedanlıklar ile diğer monarşik Arap rejimleri de o dönemlerde İhvan-ı Müslimin’i ve cihad eğilimli Selefi akımları bu tehdide karşı bir kalkan olarak kullanıp destekledi.

BAE’de örgütlü Islah Cemiyeti, bağımsızlıktan üç sene sonra, 1974’te Mısır ve Kuveyt’te üniversite eğitimi almış BAE’li gençler tarafından kuruldu. Bu cemiyet de esasen İhvan-ı Müslimin (İhvan) kökenlidir. Eğitim, tıp, mühendislik, ekonomi ve hukuk alanlarında devletin kurumsal temellerinin atılmasında İhvan-ı Müslimin mensubu akademisyenler ve profesyonel meslek sahipleri büyük bir katkı sağladı. Öyle ki Islah Cemiyeti mensupları, BAE devletinin kuruluşunun ilan edilmesinden sonraki süreçte kurulan hükümetlerde bakan ve üst düzey bürokrat olarak da yer almıştı.

Islah Cemiyeti ile BAE yönetiminin arasının açılması ise İhvan-ı Müslimin ile organik bağları bulunan cemiyetin devlet kademelerinde nüfuzunu arttırıp ülkemizde de sık sık kullanılan “Paralel Devlet”e dönüştüğü iddialarının ileri sürüldüğü; ülkede daha katılımcı bir hükümetin tesisi ve servetin daha adil dağıtımı konusundaki siyasal taleplerini açıkça dillendirdikleri; İhvan-ı Müslimin düşmanlığında tecrübeli ve ünlü olan Mısır ordusu ve polisinin eski mensuplarının BAE güvenlik ve istihbarat teşkilatını şekillendirmeye başladığı 1980’li yıllara denk gelir. 1990’lı yıllara gelindiğinde İhvan-ı Müslimin kökenli Islah Cemiyeti ile BAE yönetimi arasındaki ilişkiler daha da gerginleşti.

 BAE’nin İslami hareketlerle ilişkilerinde asıl kırılma noktası ise ABD’deki 11 Eylül saldırılarına katılanların arasında BAE’nin iki vatandaşının da olduğunun ortaya çıkması oldu. BAE, Afganistan’daki “Taliban İslam Emirliği” yönetimini tanıyan üç ülkeden biri idi. 11 Eylül saldırılarından sonra BAE yönetimi, ABD Başkanı George W. Bush’un “topyekün savaş!” çağrılarına itaat ederek o dönemki ortama uygun bir şekilde Körfez bölgesi başta olmak üzere elinin uzanabildiği her ülkede İslami hareketlerle topyekûn mücadelede “koçbaşı” rolünü üstlendi. 11 Eylül’den on yıl sonra Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” ile birlikte BAE, bu politikasını çok daha agresif ve dışarıdan geniş bir destekçi ağıyla yürütme imkânı buldu. İslami cemiyet ve hareketlerin her türlüsüne karşı hasmane bir tutum politikasını benimsedi. İhvan-ı Müslimin’le ilişkili Islah Cemiyeti 2012’de birçok sivil toplum kuruluşuyla birlikte kapatıldı. Bu cemiyetin yüzlerce mensubu tutuklandı. Bununla da yetinmeyip hızını alamayan Zayid hanedanı, 2014 yılında ilan ettikleri terör örgütleri listesine daha önce beraber yürüdükleri Islah Cemiyeti’ni de ekleyerek ipleri tamamen koparmış oldu.

BAE’nin İslami cemiyet ve hareketlerle ittifakının düşmanlığa evrilmesinin asıl mimarı, 1990’larda silahlı kuvvetlerin başına geçerek Abu Dabi’de iktidarı yavaş yavaş ele geçiren ve 2014’ten bu yana ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Petro-Prens Muhammed Bin Zayid’dir. Bu kişilik 1990’larda dahi İslami hareketlerin finansal ve insani kaynaklarını kurutmanın peşinde koşturup birtakım planları uygulamaya çalışmaktaydı. Yaptığı bu planlar çerçevesinde “İslamcı” veya “cihad yanlısı” olarak yaftalanan kişiler memuriyetten atılmaya ve kamusal alandaki faaliyetleri kısıtlanmaya, üniversiteler siyasetten arındırılmaya, camilerdeki Kur’ân kurslarının yanı sıra çeşitli yardım kuruluşları da kapatılmaya başlandı. 1994’te Islah Cemiyeti’nin birçok şubesi kapatılarak dış faaliyetleri yasaklandı.

İslam Düşmanlarının Merkez Operasyon Üssü

BAE’nin İslami cemiyet ve hareketlere karşı düşmanca tutumu büyük ölçüde Abu Dabi Emirliği ve Veliaht Petro-Prens Muhammed bin Zayid’le ilşkilidir. BAE’nin Dubai, Resü’l-Hayme ve Füceyre emirlikleri, 1970’lerden itibaren İhvan-ı Müslimin’e kucak açıp himaye etmiştir. Nitekim 11 Eylül 2001’den sonraki süreçte İhvan-ı Müslimin bağlantılı Islah Cemiyeti, faaliyetlerini Resü’l-Hayme Emirliği sınırları içerisinde sürdürebildi. Fakat günümüzde bu emirlikler, Abu Dabi yönetiminin devasa silahlı gücü ve polis ve istihbarat teşkilatını elinde tutmasının yol açtığı tedirginlik; petrol servetinin asıl sahibinin bu emirliğe ekonomik olarak bağımlılığı ve 2008 yılındaki küresel finans krizinin akabinde Dubai Emirliği’nin borç sarmalına girerek Abu Dabi’yi dengeleme rolünü yitirmesi sebebiyle Petro-Prens Halife b. Zayid’in rahatsız edici aşırı politikaları karşısında yutkunmakla yetinmektedir.

Neredeyse yarım yüzyıldan uzun zamandır Batıcı-laik-despot Arap rejimlerinin baskısı altında dizginlenmeye çalışılan İslami hareketlerin, “Arap Baharı”yla birlikte İslam referanslı ve halka dayalı alternatif bir yönetim modelini ortaya koyma ihtimalleri, iktidarın babadan oğula geçtiği bütün hanedanlıkları ve otoriter rejimleri alarma geçirdi. Mısır’da İhvan-ı Müslimin’in ilk iktidar deneyiminden başarıyla çıkması hâlinde Ortadoğu tağutları bu “devrimci” dalganın saltanatlarına yönelik cihadı bir kasırgaya dönüşmesi ihtimaliyle kendilerinin de bundan muaf kalamayacakları korkusuna kapıldılar. Özellikle de iktidarlarını ve saltanatlarını, İngiltere ve ABD’yle kurdukları ihanet çarkına dayalı kirli ve derin ilişkilere borçlu olan, bununla beraber üreten ve düşünen nitelikli vatandaşlarının büyük ölçüde şer’i yönetime sempati beslediği BAE gibi rejimler beka sorunu yaşama kaygısıyla bundan daha çok korku ve endişeye kapılmışlardır. BAE, işte bu ve buna benzer sebeplerden dolayı, İslami cemaat ve hareketlere karşı tüm İslam düşmanlarının merkez operasyon üssüne dönüşmüş durumdadır.

Batıcı-laik-despot Arap hükümetleri tarafından yürütülen İslam karşıtı kampanyalar, kendileri için artık tehdit olarak görmeye başladıkları İslami hareketlere dikkat çekmekten daha ileri amaçlar ve anlamlar barındırmaktadır. Söz konusu güruh, uzmanı oldukları biçimde kendi saltanatlarına ve Batılı efendilerinin konforuna yönelik tehdidi abartmak ve kendilerini Batılı patronları için vazgeçilemez bir alternatif olarak sunmak amacıyla korku taktiklerine itibar ederler. Doğal olarak böyle bir durum, bu rejimlere “terörist” olarak yaftaladıkları İslami cemiyet ve hareketleri sorumsuzca ve hukuksuz bir şekilde baskı altına alıp yıpratma imkânı sağlamaktadır. Tüm bu baskı ve hukuksuzlukları meşrulaştıran “İngiliz anahtarı” da “terörizm” kavramıdır. Bu durum uzun süredir tekerrür etmekteyken son süreçte daha da şiddetlenmiştir.

BAE başkentindeki yöneticiler yahut onlara yakın olan gazeteci ve iş adamı gibi unsurlar Batı’da İslam karşıtı/İslam düşmanı kişi veya kurumlarla ortaklık kurmaktan gayet memnun ve mutludur. Despot Arap hanedanlıkları Batılı efendilerinin siyasi baskısı ile yüz yüze kalma ihtimaline binaen, kendilerini temize çıkarmak için yine bildik oyunlara başvurarak İslamcı aşırılık ve cihadi terörizm (!) korkusunu pompalamaktadır. 2013 yılında Mısır’da gerçekleşen askerî darbe sonrası, Kahire’deki rejim ve onun bölgesel destekçileri “aşırıcılığın riskleri”argümanı ile kuşandı ve kifayetsiz muhteris tağut General Abdulfettah Es-Sisi’yi “aşırılık”la beraber “Tevhid akidesine, ümmetin birliğine ve nebevi menhec üzere hilafete” karşı duran nüfuzlu bir adam olarak parlattı. Tağut Sisi, 2015 yılında yaptığı bir konuşmada “İslam’da reform ihtiyacını ve asırlık İslam geleneğini rafa kaldırma düşüncesini” dillendirmiş, bu ifadeleri “İslam karşıtlığına bir referans” olarak başta Londra ve Washington olmak üzere diğer küfür merkezi başkentlerdeki savunucuları tarafından çokça alıntılanıp alkışlanmıştı.

BAE yönetimi, “Arap Baharı”nı başından beri ılımlılık ve hoşgörüye karşı radikalliği körükleyen bir süreç olarak algılamıştır. Bu süreçte siyasal ve toplumsal alanı dönüştürmek isteyen İslami hareketlerin her türlüsünü radikalleşmeye ve şiddete başvuran aşırıcılığa doğru bir sıçrama tahtası olarak değerlendirip kendisini buna göre konumlandırmıştır.

BAE’nin karar verici konumundaki siyonist beyinli bitirim prenslerine göre zahiren İslami cemiyet ve hareket olarak görülen oluşumların tamamı, kökü dışarıda olan, tek bir çatı altında İslami hilafet kurmayı hedefleyerek devletlerin egemenliğini ihlal eden ve siyasi sistemlerini istikrarsızlaştırmayı amaçlayan yıkıcılık ve terörizm yatağı örgütlerdir. İhvan-ı Müslimin, El-Kaide veya IŞİD… Bunların hepsi de farklı yol ve yöntemlerle Körfez ülkeleri liderlerinin altını oymak ve bölgenin muazzam zenginliklerine el koymak için “uluslararası komplo”ların ürettiği oluşumlardır.

BAE, “hilafet” gibi, yönetimle ilgili iddiası olan tüm İslami hareketleri terör örgütü kapsamına sokmaktadır. Yasal ve siyasal zeminde örgütlenmelerine bakmaksızın bu tür oluşumların tamamına karşı silahlı-silahsız her türlü mücadeleyi temel politikası hâline getirmiştir. Özellikle Körfez bölgesinde barış ve istikrarın teminatı olarak gördüğü Batılı yaşam tarzını ve din-devlet ayrışmasını hararetle savunmaktadır. Bununla beraber laik Arap milliyetçiliğini İslamcılığa karşı bir panzehir olarak desteklemekte ve “Arap Devrimleri”yle devrilen Batıcı-seküler otoriter yönetimleri geri getirmeyi, böylece bölgede “otoriter istikrar”ı yeniden tesis etmeyi hedeflemektedir.

Âlim Görünümlü “Eşkıya” ile Petro-Prenslerin Din İstismarı ve Dizayn Çabaları

BAE, İslami dalgayı boğmak ve İslami cemiyet ve hareketleri etkisiz kılmak maksadıyla elindeki tüm imkânları, geniş ilişkiler ağını ve yerine göre yumuşak veya sert güç unsurlarını 2011’den itibaren ülke içerisinde ve etkili olabildiği diğer bölgelerde devreye sokmuştur. Bu çabalarını 2014 yılından beri giderek çeşitlendirmiş ve dozajını arttırmıştır. Abu Dabi yönetimi, amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçları, dinî alanı yönlendirip dizayn etmekte de kullanmaktadır.

İngiliz üretimi ve Amerikan marabası BAE yönetimi; benzer özelliklere sahip despot Arap rejimlerinden oluşan eksenle birlikte bir taraftan -Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimi ve Sudan’daki askerî darbe örneğinde olduğu gibi- askerî darbe, -Suriye’deki- vekâlet savaşı veya -Yemen’deki- doğrudan askerî müdahale gibi yöntemlere başvurarak İslami referanslı veya Batılılardan bağımsız millî olarak etiketlendirilen her hareketi bastırmaya, diğer yandan onları terörle özdeşleştiren yoğun propaganda ve psikolojik harp taktikleriyle geniş halk kitlelerinin akıllarında ve gönüllerinde onları bitirmeye ve bir ümit ve alternatif olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır.

BAE, İslami hareketlerle mücadele ederken genellikle yereldeki laik, milliyetçi, kabileci, geleneksel veya İslam dışı unsurlarla işbirliği yapmakta ve maddi destek sağlamaktadır. Arabistan’da ortaya çıkan Rebi’ El-Medhali fitnesini de bu amaç için kullanmaktadır. Geçtiğimiz yıllardan bu yana sufi gruplara ve Selefi olduğunu iddia edip siyaseti ve isyanı caiz görmeyen Medhali grubu gibi yapılara destek vermesi de ayrıca dikkat çekicidir. Suriye sahasında görüldüğü üzere cihadi Selefi gruplarla savaşırken bu türden “zararsız” grupları silahlandırmıştır. BAE’deki Petro-Prensler, ülkelerinde başarılı bir laik siyasal model kurarak ve ılımlı-itaatkâr bir din anlayışının bayraktarlığını yaparak İslami hareketlerin çözüm olduğu algısını yıkmaya odaklanmaktadır. Siyasi talepleri kamusal alanda dillendirmeyen, hâkim rejime itaati vacip gören ve siyaset ve yönetimle ilgili hiçbir talebi olmayan apolitik bir “Müslüman” toplum oluşturmayı hedefler. (Bu söylem ve uygulamalar ülkemizde yaşayan tüm İslami kesimler için pek tanıdık gelecektir.) Ülkedeki genç nüfusu haz ve eğlence kültürüne daldırarak apolitize etmeye, böylelikle hem radikalizme kaymalarını engellemeye hem de siyasal değişim-dönüşüm taleplerini de tümüyle etkisiz kılmaya çalışmaktadır.

BAE’nin İslam düşmanı Petro-Şeyhleri, gelene ağam gidene paşam demekte mahirdir ve Mısır’da iktidara gelen her yöneticiye, sadık Ezher gibi geleneksel dinî kurumlara ve ulemanın siyasete doğrudan girmesini onaylamayan kesimlere destek vermektedir. Bir yandan mevcut birçok dinî yapıyı terör örgütleri listesine koyarak/koydurarak kendince meşruiyet sınırlarının dışına itmekte, diğer yandan da “ılımlı, orta yolcu, hoşgörülü, ilerici ve reformist” sapkın bir dinî anlayış üzere Mağrib’den Basra Körfezi’ne kadar uzanan coğrafyada hem yeni dinî müesseseler kurmakta hem de hâlen var olanları finanse ve himaye etmektedir.

BAE’nin 2014 yılında yaptığı en dikkat çekici icraat, İhvan-ı Müslimin’e yakın durup Arap Baharı ve “devrimler” sürecine en güçlü desteği veren “Dünya Müslüman Âlimler Birliği” isimli teşkilatı terör örgütleri listesine alması oldu. Bunun mukabilinde bu birliğin başkan yardımcılığından istifa etmiş olan ve Şeyh Yusuf El-Karadavi’nin bir dönem yardımcılığını yapan Şeyh Abdullah bin Beyye başkanlığında “Müslüman Toplumlarda Barışı Güçlendirme Forumu” ve “Müslüman Âkiller Meclisini” kurdurmuştur. Bu adımla İhvan-ı Müslimin’in ve kurulu düzen karşıtı kimi Selefilerin artan nüfuzunu kırıp “kontrollü ve ılımlı İslam”ı yaymak istemişlerdir.

BAE, “Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Merkezini” 2012 yılında kendi ülkesinde kurmuş ve finanse etmiştir. “Aşırıcı ve kutsal tanımayan ideoloji sahipleri” olarak tanımladığı El-Kaide ve IŞİD gibi örgütlerle sosyal medya üzerinden mücadele etmek ve radikalleşme temayülü olan gençleri önceden tespit edip İslam’ın -sadece- hoşgörülü yüzüyle tanıştırmak için ABD’yle birlikte 2015 yılında dijital bir platform olan Savab Merkezi’ni kurmuştur. Önceki yıl (2018) fetvaların resmi mercisi kılmak ve diğer otoritelerin verdiği fetvaları teftiş etmek üzere dünyanın dört bir yanından “Münevver ve Mutedil” âlimleri toplayarak BAE Fetva Konseyi’ni kurmuştur.

Açıkça görülmektedir ki BAE, Arap dünyasının derin krizlerini çözebilecek dört başı mamur bir seçenek sunamadığı gibi, böyle bir kapasiteye de sahip değildir. Arap milliyetçiliğini, sekülerliği ve otoriter istikrarı yeniden tesis etmeye çalışmaktadır. Ancak tüm bunlar, esasen “Arap Devrimleri”ni tetikleyen o ağır sorunların asıl sebeplerindendir. BAE’nin bugünkü siyasi manevralarından anlaşılmaktadır ki hemen hemen tüm alternatiflerin tüketilmiş olduğu bir ortamda sorunun kaynağını, farklı bir ambalajda “çözümmüş gibi” sunmaktadır. BAE; ABD ve İsrail’in taşeronluğunu üstlenerek bu krizlerden bizzat nemalanıp Ortadoğu ve Afrika’nın bazı ülkelerinde kapasitesini çok aşan bir zorlamayla yayılmaya ve yeni bir bölgesel güç olarak sivrilmeye çalışmaktadır.

BAE kendi dinî anlayışını ılımlı İslam’ın yeni yüzü etiketiyle dolaşıma sokup pazarlarken bu söylemini oturtabileceği köklü ve meşru bir zemine sahip olamamanın sancısıyla da kıvranmaktadır. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere yahut Kudüs gibi kutsal mekânları da Ezher gibi köklü ilmî kurumları da barındırmıyor ve 48 yıllık bir devlet olarak tarihî bir meşruiyeti de bulunmuyor. Ancak bunlara ev sahipliği yapan ülkeleri, içine düştükleri zafiyetleri fırsat bilerek kendisini rol model kılacak şekilde yönlendiriyor. Bu bağlamda Selulî Arabistan’ın Sünni dünyanın dinî ağırlık merkezi olma iddiasını; rejimin -giderek zayıflıyor olsa da- kısmen Şeyh Muhammed b. Abdulvehhab’ın öğretilerine dayanan 270 yıllık dinî-tarihî temellerini sarsarak ve Veliaht Prens Muhammed b. Selman gibi etkili yöneticileri kendisi gibi sekülerleştirerek boşa çıkarmaya uğraşıyor. Bunun gibi, Mısır’da Ezher’in yanı sıra rejime sadık dinî müesseseleri ve ulemayı, mali desteklerle ve kendi açtığı dinî kurumlarda önemli görevler vermek suretiyle kontrolü altında tutmaya çalışmaktadır.

Ülkemizde de müşahede ettiğimiz üzere dinin, iktidarlar tarafından politik rant devşirmek amacıyla istismar edilmesi; hem buna alet olan şeyh, seyda, hoca veya prof. etiketli din bilginlerinin -âlimler değil- ve dinî kurumların güvenilirliğine hem de İslam davetinin bizzat kendisine zarar vermektedir. Din üzerinden yürütülen siyasi amaçlı münakaşalar, ihtilaflar ve kavgalar gençlerimizin büyük bir kısmını İslam’dan soğutup uzaklaştırmaktadır. Hatta son yıllarda büyük tartışmalara da sebep olduğu üzere ateizme veya deizme savurmaktadır.

İslam coğrafyasındaki mevcut kutuplaşma ve güvenlik eksenli politikaların baskın olduğu günümüzde; yetkin, kapsayıcı, dirayetli ve güvenilir alternatifler üretecek etkili rehber/âlim şahsiyetler ile siyasi liderler bulunmamaktadır maalesef. Kartal yumurtası misali var olan az sayıdaki âlimler de ya zindanda yahut etkisiz kılındıkları sürgün alanlarındadır. BAE’nin din-devlet ayrışması ve “ılımlı İslam”a dayalı modeli de kendisinin gizli siyasi gündemi ve kirli ittifak ilişkileri nedeniyle bu coğrafyada muvaffak olması mümkün değil, biiznillah.

Bu topraklarda geçmişten bugüne mürtedler ve hainler mezarlığı oldukça büyüktür ve orada gömülü olanları hatırlayan varsa da lanetle anmaktadır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver