Bedir Savaşı’nın Sonuçları Üzerine Birkaç Değerlendirme

Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam O’nun Resûlü’ne olsun.

Enfal Suresi’nin 41. ayetinde “Furkan Günü” olarak adlandırılan Bedir Savaşı’nın Mekke, Medine ve Arap Yarımadası için çok ciddi sonuçları oldu. Bu sonuçlar üzerinde yapılacak değerlendirmeler günümüze de ışık tutacak, İslami harekete yol gösterecek niteliktedir. Biz gücümüz yettiğince bunlardan bazılarına değinmeye çalışacağız:

Bedir Savaşı müşrikler açısından tam bir hezimetti. Bin kişilik ordu içinden yetmiş küsür müşrikin öldürülmesi ve bir o kadarının da esir edilmesi belki basit bir rakam olarak değerlendirilebilir. Ancak bu öldürülenlerin otuza yakınının Mekke’nin ileri gelenlerinden oluşması hezimetin asıl nedeni idi. Mekke’deki siyasi atmosfer tamamen değişmiş, ileri gelenlerini kaybeden Kureyşlilerin lideri bu sebeple Ebu Sufyan olmuştu.

Kureyş’in ileri gelenlerinin öldürülmesinin bir başka etkisi ise çok sonraları görülecekti. İslam’ı kabul etmeyen ve kabul etmemekle beraber başkalarına da engel olan bu nesil helak olunca yeni nesle ulaşmak ve İslam’ı anlatmak daha kolay hâle geldi. Aynı şekilde Mekke’deki mustazaflar üzerindeki baskı da eskisi gibi olmadı.

İslami hareketin mensupları da içinde bulundukları anda karşılaştıkları zorlukları görüp ümitsizliğe düşmemeliler. Onlar davetlerini sürdürmeli ve şimdi olmasa bile yeni nesillerin onlara kulak verecekleri temennisi ile hareket etmeliler. Eğer kul, üzerine düşeni yerine getirirse küfrün elebaşlarını, zulümlerin mimarlarını İslam davetine engel olmaktan alıkoymak âlemlerin Rabbi için çok kolaydır.

Bedir Savaşı sahabenin ufkunu genişleten ve özgüven kazanmalarını sağlayan bir savaştı. Daha birkaç sene önce Rumların galip gelmesine sevinen bir toplum Bedir Savaşı ile bambaşka bir soluk kazanmıştı. Çok değil, kısa bir süre sonra Fars ve Rum imparatorluklarının topraklarına ayaklarını basacak olanlar, Bedir’de kılıçtan başka bir teçhizatı olmadan savaşan Müslim topluluğun fertleri idi.

Müslim hayalperest değildir, ama hedefleri olmadan da hareket etmez. Yeryüzüne halife olarak gönderildiğinin bilincindedir. Kendi sokağındaki davete tüm dikkatini yoğunlaştırır ve anın vaciplerini yerine getirir, bununla birlikte asıl olarak yeryüzünün her bir metrekaresine bu davetin nasıl ulaşacağının planlarını yapar. Bu, onu zinde tutar ve bu sayede, küçük hedefler peşinde koşan ve onlarla mutlu olup üzülenlerin akıbetiyle karşılaşmaz.

Müslimler izzet ehlidir. İslam olmaları bile tek başına bu izzeti elde etmeleri için yeterlidir. Ancak insan psikolojisi gereği bazen kişinin içinde bulunduğu hâl onu etkiler ve bu izzet duygusunu hissedemez. İşte bu vakitlerde İslam tarihinin bu parlak sahnelerini okumak mümine farklı bir ruh hâli aşılar.

Bedir Savaşı’nın en önemli sonuçlarından birisi Medine’de münafıkların açığa çıkması ve sayılarının da her geçen gün artmasıdır. Çünkü Bedir öncesinde Müslimler, bir güç olarak kabul edilmiyorlardı. Ancak savaş sonrası Medine’de İslam’a açıktan düşmanlık beslemek zorlaştı ve münafıkların sayısı da fazlalaştı.

Aynı durum Yahudiler için de gerçekleşti. Müslim topluluğu dikkate alınmayacak derecede küçümseyen Yahudiler daha sinsi hareket etmeye başladılar ve kendilerinin de artık hedefte olduğunu anladılar.

Bununla birlikte münafıkların sadece İslam devletlerinde olacağı düşüncesi doğru değildir. İslam ehlinin güç kazandığı ve farklı sebeplerle bir şekilde İslam cemaatleriyle dirsek temasında olmak zorunda kalan ve hakikaten iman etmemiş kişiler için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Bu nedenle zaferler, beraberinde riskleri de getirir. İslami hareketin mensupları asla rehavete kapılmaz ve tedbiri elden bırakmaz. Asıl zarar verecek darbenin içeriden geleceğini de unutmazlar.

Bedir Savaşı, İslam devletinin kendisini Arap yarımadasında kabul ettirmesi için bir dönüm noktası idi. Araplar, Kureyş ile Allah Resûlü arasındaki savaşı gözlüyor ve neticesine göre hareket etmek istiyorlardı. Bedir Savaşı onlara fikir veren bir savaş olmuştu. Bununla beraber artık Arap yarımadası içinde bir gücün olduğunu ve eskisi gibi hareket edemeyeceklerini anladılar.

Tabi ki bu sadece Bedir’de kazanılan zaferle ilgili değildir. Savaşı öncesi ve sonrasıyla beraber düşündüğümüzde bir bütün olarak, zafere giden taşların yavaş yavaş döşendiğini görüyoruz. Örneğin, daha önceden de bahsettiğimiz gibi Bedir Savaşı öncesi yapılan seriyyeler, Bedir Savaşı’nda Arap yarımadasına verilen mesajın ilk sinyallerini oluşturuyordu. Aynı şekilde bireysel olarak kabilelerle yapılan görüşmeler hiç umulmadık yerlerde faydalar sağlayabiliyordu. Öyleyse Müslim fert, İslami mücadeleyi bir bütün olarak görmeli ve her adımının bir öncekinin devamı ve bir sonrakinin de hazırlayıcısı olarak kabul etmelidir.

Allah Resûlü’nün (sav) savaş başlamadan önce ashabına bazı emirler vermişti. Bu emirlerden birisi de bazı kişilere dokunulmamasına yönelikti:

“Resûlullah (sav), Müslimleri, Ebu’l Bahteri’yi öldürmekten men etmişti. Çünkü O, Mekke’deyken Resûlullah’a ilişmeyen, hatta onu müşrikler arasında en çok koruyan kimselerden biriydi. Resûlullah’a eziyet etmez ve hoşlanmadığı bir işi yapmazdı. Hatta boykot belgesinin yırtılması için teşebbüste bulunanlardan biri de o olmuştu.

Mücezzir b. Ziyad El-Belevî, savaş esnasında Ebu’l Bahteri’ye rastladı ve ona şöyle dedi: ‘Resûlullah, bizi seni öldürmekten menetti.’ Ebu’l Bahteri’nin yanında Mekke’den kendisiyle birlikte gelen Cunade b. Meliha adında bir arkadaşı vardı. Bu arkadaşı, Ben-i Leys Kabilesi’ndendi. Ebu’l Bahteri, Mücezzir’e şöyle dedi: ‘Arkadaşımı da öldürmeyeceksin değil mi?’ Mücezzir, ‘Hayır, vallahi senin arkadaşını hayatta bırakacak değiliz. Çünkü Resûlullah, sadece seni öldürmememizi bize emretti.’ dedi.

Ebu’l Bahteri, ‘Allah’a yemin ederim ki hayır! Öyleyse ben de arkadaşımla birlikte öleceğim. Çünkü Kureyşli kadınların, Mekke’de benim aleyhimde konuşarak, hayatta kalmak amacıyla arkadaşımı bıraktığımı söylemelerini işitmek istemiyorum. İbni Hurre (Ebu’l Bahteri) arkadaşını bırakmayacaktır. Ölünceye ya da serbest bırakıldığını görünceye kadar mücadele edecektir!’ dedi.

Böyle dedikten sonra Ebu’l Bahteri ile Mücezzir çarpıştılar. Nihayet Mücezzir b. Ziyad onu öldürdü. Daha sonra Mücezzir, Resûlullah’ın yanına gelip şöyle dedi: ‘Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, Ebu’l Bahteri’yi esir alıp sana getirmek için çok çaba harcadım. Ama o, benimle savaşmak istedi. Ben de mecbur kalıp onu öldürdüm.’ “[1]

Yine buna benzer bir durumu, Allah Resûlü’nün Mut’im’e karşı minnettarlığını, Bedir esirlerinin serbest bırakılmasını sağlamak için Medine’ye gönderilen heyette yer alan oğlu Cubeyr’e söylediği şu sözlerinde görüyoruz:

“Eğer Mut’im yaşasaydı ve bu esirler hakkında benimle konuşacak olsaydı onların tamamını serbest bırakırdım.”[2]

Bu iki örnek bize İslam’daki vefa ahlakını göstermektedir. Bahsi geçen müşrikler Mekke’deyken Allah Resûlü’ne yapılan zulümlere ses çıkartan kişilerdi. Mut’im bin Adiy, Taif dönüşü Peygamberimizi himayesi altına alan kişiydi. Allah Resûlü bu iyilikleri unutmamış, Bedir Savaşı’na katılmış olsa bile Ebu’l Behteri’nin öldürülmemesini emretmiş ve Mut’im bin Adiy’i hayırla yad etmiştir. Ne yazık ki günümüzde vefa ahlakı neredeyse sıfırlanmıştır. İslam davasına düşmanlık beslemeyen müşriklere vefa göstermeyi bir kenara bırakalım, Müslimler kendi aralarında dahi bu ahlakı unutmuştur. Dahası aynı Müslimler, vefa gösterilmeyi hak eden müşriklere yapılan iyiliklere sert tepkiler gösterip, olur olmadık yorumlarla bunun vela ve bera akidesine aykırı olduğunu ileri sürmektedir.

Allah Resûlü’nün (sav) bu şekilde hayırla yâd ettikleri olduğu gibi, esir alınmalarına rağmen öldürülmesini emrettikleri de vardı. Peygamberimiz Nadr b. Hâris ve Ukbe b. Ebi Muayt’ı esirler arasında olmalarına rağmen öldürtmüştür:

“Ukbe b. Ebi Muayt, müşriklerin, Peygamberimize Mekke’deyken yapılmayacak işkenceleri yapan azılılarından olup, Peygamberimiz Kâbe’de secdedeyken onu boğmaya kalkışmış ve Peygamberimiz Ebu Bekir tarafından kurtarılmıştı.

Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde söylediği iki beyitte şöyle demişti:

“Hicret edip bizden uzaklaştın, ey Kasvâ adındaki devenin binicisi!

Göreceksin pek yakında beni atlı olarak karşında!

Saplayıp duracağım mızrağımı, sulayacağım onu kanınızla!

Kılıç da bırakmayacak sizin hiçbir örtülü yerinizi!”

Ukbe b. Ebi Muayt, Kureyş ordusunun bozguna uğradığı sırada kaçamamış, Abdullah b. Selime de onu yakalayarak esir etmişti.

Irku’z Zabya’da bulunulduğu sırada Peygamberimiz Ukbe b. Ebi Muayt’ın boynunun vurulmasını emir buyurunca Ukbe b. Ebi Muayt, ‘Vah, yazık bana ey Kureyş cemaati! Şunlar arasında, burada ne diye bir tek ben öldürülüyorum?’ dedi. Peygamberimiz, ‘Allah’a ve Resûl’üne olan düşmanlığından dolayı.’ buyurdu. Ukbe b. Ebi Muayt, ‘Ya Muhammed! Kavminden herkese yaptığını bana da yap! Onları öldürürsen, beni de öldür! Onlara eman verirsen, bana da eman ver! Onlardan fidye alırsan, benden de onlar gibi fidye al! Ya Muhammed! Sen beni öldürürsen, küçük çocuklarıma kim bakacak?’ dedi. Peygamberimiz, ‘Ateş! Git, ey Asım b. Sabit! Vur onun boynunu!’ buyurdu. Asım b. Sabit, gidip onun boynunu vurdu.”[3]

Nadr bin Haris de aynı şekilde İslam’a karşı çıkan azılı müşriklerdendi. Onu diğerlerinden ayıran özelliği ise şuydu: Nadr b. Haris Kureyş’in en iyi hatiplerinden biriydi ve “Hangimiz daha güzel konuşuyoruz? Ben mi, Muhammed mi?” diyerek Allah Resûlü’ne (sav) meydan okurdu. Müşriklerin, Kur’ân hakkında söyledikleri “öncekilerin masalları” tabiri de ona aittir.

“Onlara ayetlerimiz okunduğunda: ‘Duyduk. Dilesek bunun bir benzerini biz de söyleyebiliriz. Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.’ dediler.”[4] ayeti ve benzer manadaki ayetler Nadr’ın sözleriyle ilgili olarak indirilmiştir.

Allah Resûlü İslam düşmanlarını sınıflandırmış ve onlardan bazılarına özel muamelede bulunmuştur. Küfrün elebaşı olmak, dili ile İslam’a savaş açmak bir müşrikin öldürülmesi için yeterli sebeplerdi. Çünkü asıl savaş, savaş meydanında yapılmaz. Kalplerde olan savaşın sonucu zafer ve yenilgiyi belirler. Kalplere etki eden şey ise dildir. Bir ülkedeki askerlerin hepsini etkisiz hâle getirebilirsiniz, ama o halkın kalbine etki eden dilleri engellemedikçe bu zaferin bir faydası olmaz.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd-
etmektir.

 


[1] .İbni İshak

[2] .Buhari

[3] .Beyhaki

[4] .8/Enfâl, 31

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver